Adem DOĞANTEMUR

Adem DOĞANTEMUR


Müslümanlar Aptal mıdır? (1)

02 Aralık 2023 - 21:32

Müslümanlar Aptal mıdır? (1)
Geçen günlerde bir konuşmacı, Müslümanların hiçbir bilim ve medeniyet üretemediklerinden, açıkçası aptal olduklarından bahsediyordu. Esasında bu tür söylemler, tarihe bütüncül bakamayan günümüz gençleri başta olmak üzere birçok kimse tarafından da dile getirilmektedir. Ne var ki İslam dininin bilim, medeniyet ve düşünceye karşı olduğu iddiası, dünyadaki bütün dinlere Hıristiyanlık penceresinden bakan 18. yy Batı aydınlanmasına ait bir önyargıdır. Bunu biraz açalım:

Gününüzde genel anlamda göze çarpan medeniyet Batı medeniyetidir. Bildiğiniz gibi Batı kültürü “Greko-Romen (Yunan ve Roma)” ile “Yahudilik-Hıristiyanlık” gibi iki kaynaktan doğmuştur. Eski Yunanlılar medeniyetin tek sahibinin kendileri olduklarını, kendileri dışındaki herkesin “barbar” olduklarını düşünürlerdi. Ancak Yunan’ın ilham kaynağı da büyük oranda Mısır’dır.

İslâm dini, ortaya çıktığı dönemde dört medeniyetle karşılaştı: 1. İran 2. Hint 3. Çin ve 4. Bizans medeniyetleri. İslam’ın içine doğduğu Arap Yarımadası, büyük bir kültür ve medeniyet tarihine sahip değildi. Sâsânî (Fars) ve Bizans (Roma) gibi iki büyük siyasî gücün ve kültürün ortasında, ama ikisinden de uzak bir coğrafya idi. MS 610 yılında ilk vahiy geldiğinde Arap toplumu övünebileceği şiir geleneğinden başka bir değere sahip değildi.

Müslümanlar ilerleyen süreçte fethettikleri ülkelerdeki büyük medeniyetlerin bilimini hiç tereddütsüz aldılar. Grek mirası, İran mirası ve onun üzerinden de Hint kültürüne ulaştılar. Bu durum, bilimin izine bile rastlanmayan bir toplumda ilk 100-150 yıl gibi kısa bir sürede bilimlerin doğmasına yol açtı. Tercüme faaliyetleri henüz Emeviler devrinde başlamış, 7. Abbasi halifesi El-Me’mun döneminde ise hakiki bir “Tercüme Akademisi” kurulmuştu. Kindî (v. 873), Beytü’l-Hikme’de Aristocu bilim ve felsefe geleneğinde yetişen ilk filozoftur. Onun önderliğinde Meşşâi denilen bir de okul doğmuştur.
           
Endülüs Emevileri devrinde Kurtuba, yüksek öğrenim ve güzel sanatların merkezi oldu. Aynı şekilde Sevilla, Gırnata, Tuleytula, Valansiya ve Murcia, İslam kültürü ve medeniyetinin gözde merkezleriydi. Bu devirdeki Batının birçok mütefekkiri bu kültür ve ilim merkezlerinde eğitim gördüler ki Pisa'lı Leonard, Büyük Albert, Roger Bacon, Michel Scot, Saint Thomas, Occam'lı Vilhelm vs. bunlardan sadece bazılarıdır. Zaten Müslümanların bilimsel faaliyetleri, ilerleyen dönemde Batı’daki Rönesans biliminin ana kaynağını oluşturacaktır. Şimdi bunlardan çarpıcı birkaç örnek vermeye çalışalım:

Aritmetiği sistematik şekilde genişleten El-Harezmî (ö. 847)’dir. Aynı zamanda “cebir” bilimini kurmuştur. “Logaritma” terimi, Arapça “el-Harezmî” kelimesinin Latin harflerine uyarlanmasıyla ortaya çıkmıştır. Dolayısıyla Harezmî’nin adı diğer Batı dillerinde matematikteki “algoritma” (logaritma) işleminin adı olarak yaşamıştır. Matematikte “sıfır”ı kullanılır hale getiren de odur ki böylece denklemler ortaya çıkmıştır. Aynı şekilde geometri ve trigonometri gibi alanlar bütünüyle Müslüman bilim adamları tarafından geliştirilmiştir.

Açıların pergelle ölçümlerini geometriye getiren El-Kindi (ö. 873)’dir. Sıvıların izafi ağırlıklarını hesapladı. Sabit b. Kurre (ö. 901), sayıların tanımını ve sınıflandırmasını yaptı. Sayılarla sesler arasındaki bağ eski Yunan matematiğinde de biliniyordu. Müslüman matematikçiler bunu geliştirdi ve notalar sistemini sayısal olarak ifade etmeye başladılar. İbn. Heysem (ö. 1040) Büyük bir matematikçi ve fizikçi olup Optik bilimini kurmuştur. “Kotenjant” teoremini bulmuştur. Fotoğraf makinesinin esasını teşkil eden karanlık odayı da o keşfetti.

Astronomi sahasında Müslüman Araplar gerçek anlamda Batı’ya öncülük etmiştir. Bilinen en eski rasathane, Bağdat’ta yaklaşık 9. yüzyılın ortalarında yaptırılan “Şemmâsiye” rasathanesidir. Kâğıtçılık ve matbaacılık Gutenberg’den 700 sene evvel Çin’de bulunmuştur. Müslümanlar Çinlilerden pusulayı ve kâğıt imalatını öğrendiler. İlk kâğıt fabrikası Harun Reşit döneminde Bağdat’ta 794 yılında kuruldu. Kâğıt Batı’ya Sicilya ve Endülüs Müslümanları yoluyla geçti. Barutu Çinlilerden sonra savaş aracı olarak ilk defa Endülüs Arapları kullanır.

Avrupalılar banyo yapmayı, haçlı seferine kadar günah kabul ediyordu. Çünkü kilesinin öğretisine göre bedeniniz temiz olursa ruhunuz kirlenecekti. Haçlı seferleri sayesinde ilk defa hamam kültürü ile karşılaştılar. O dönemlerde Kurtuba'da rahibe olan Maria, Tuleytule başrahibine kendi züht ve takvasını anlatırken iftiharla şunları söylüyor­du: “60 yaşına kadar sürekli kutsal suya değen parmak uçlarım dışında bedenimin hiçbir noktası su görmedi ve yıkanmadı”. Oysa aynı dönemde yalnızca Kurtuba'da mermerden yapılmış hamam sayısı 900'ü aşıyordu ki bu durum Müslümanların hem refah düzeyini hem de temizlik ve sağlığa ver­dikleri önemi ortaya koyması bakımından önemli bir göstergedir.

1145’de ilk kapsamlı dünya haritasını çizen Müslüman coğrafyacı İdrîsî’dir.  İdrîsî Sicilya’da Norman Kontu I. Roger’in oğlu II. Roger’ın sarayında görevliydi. Böylece Batı’nın öğretmeni hakikatte Ptolemeus değil İdrîsî’dir.

Kilise ve ruhban sınıfı hastalıkları tamamıyla kötü ruhların tasallutu olarak değerlendirip, birtakım yöntemlerle şeytanı kovarak hastaların iyileştirilebileceğini söylemişlerdir. Hatta kilise, manevi ilaçlar dışında ilaç kullanmayı, eczacılığı ve her türden tıbbi ve cerrahi müdahaleyi Tanrı’ya karşı güvensizliğin bir ifadesi olarak değerlendirip dinsizlik, küfür ve şerefsizlik olarak nitelendirmişlerdir.

Aynı dönemde İslam dünyasındaki hastaneler masallar diyarındaki saraylar gibi rahat ve huzur veriyordu. 10. asrın ortalarında sadece Kurtuba şehrinde 50 hastane vardı. Hastanelerde taburcu olurken de bir kat elbise ve bir aylık iaşe masraflarını karşılayacak kadar da para veriliyordu. 10. asrın ortalarında dünyanın o zamana kadar benzerini henüz görmediği bir hekimler sınıfı meydana geldi. 931 yılında Halife el-Muktedir, “Tabipler Odası”nı kurarak başkanlığına Sinan İbn. Sabit’i getirdi.

Tıbbın “cerrahi” bölümü de tamamen Müslümanlar sayesinde müstakil bir şube haline gelir. Müslüman hekimler, ameliyatlarda haşhaş ve benzeri bitkilerden faydalanarak solunum yolu ile anestezi yapıyorlardı. Mesela Ebu'l Kasım El-Zehravi (ö. 1013) tarihte cerrahinin babası olarak kabul edilir.

Er-Râzî (ö. 925)’nin tıp alanında 220 civarında eseri vardır. Birkaç tıp ansiklopedisi Arapçadan Latinceye tercüme edildi ve 17. asrın ortalarına kadar Batı'da yayınlandı. Er-Râzî öldüğünde, geride bıraktığı çalışma notlarından doktorların meydana getirdikleri esere “el-Hâvî” (tıbbın muhtevası) adı verilir ki “Kitâbü’l-Hâvî fit’t-tıb” adlı bu eser 25-30 cilt olarak telif edilmiştir. “Çiçek ve Kızamığa Dair” küçük eseri ise bugün bile itibar gören klasik bir eserdir. Er-Râzî, aynı zamanda ilk gerçek kimyagerdi. Ayrıca matematik, fizik, astronomi, kelam, mantık, psikoloji ve ahlak üzerine de eserler vermiştir.

İbn. Sina (ö. 1037) Ortaçağın en meşhur doktoruydu. Kendisine “doktorların şahı” ismi verilmişti. En büyük eseri olan “el-Kânun fi’t-tıb”, yüzyıllarca Batı ve Doğu tıp dünyasını etkisi altında tutmuş, altı asır boyunca, Avrupa'nın bütün tıp fakültelerinde okutulmuş, Avrupa’da defalarca basılmıştır. Dünya tarihinde en çok okunan tıbbî eser özelliğine sahiptir. Şerhlerinin baskısı ise sayısızdır. Paris Tıp Fakültesi konferans salonunun duvarında, er-Râzî ile resmi yan yana asılı duran ikinci Arap âlim İbn. Sina, yedi asır boyunca Batı’nın en büyük tıp hocası oldu. İbn. Sina tıp dışında, matematik, metafizik, müzik, psikoloji, astronomi, meteoroloji, mineraloji, kimya, ahlâk, siyaset, iktisat gibi çok sayıda bilim dalında eserler vermiştir. Bu yönüyle İbn. Sina, insanlık tarihinde ender rastlanan şahsiyetlerdendir!

Müslüman doktorlar cüzam ve veba gibi hastalıklara dair eserler yazıp tedaviler uygularken, Batı’da bu hastalıklar Tanrı’nın bir cezası veya ölüm meleğinin gazabı olarak kabul edilip hastalar kilise tarafından toplumdan tard edilerek ölüme mahkûm edilmiştir.

Bilhassa akıl hastaları, bütün Orta Çağdan başka, Yeni Çağda 18. yüzyılın ortalarına kadar, hastanın günahı ve şeytanın musallatı sayılıyordu. Batı’da aklî-rûhî hastalıkların tedavisi, kötü ruhu hastadan çıkarıp atmayı ifade ediyordu. Bu tür hastalarda şeytan kovmaktan bir netice alınamadığında, hasta deliler kulesine atılır ve buradaki uşakların sert darbeleriyle hayatları boyunca tedavi olunurlardı! Müslüman Araplar bu tür hastalar için hastanelerin “asabiye” bölümlerini açmışlardı ve bu hastalar mütehassıs sinir doktorları tarafından tedaviye tabi tutulurlardı.

Müslümanlar Aptal mıdır? (2)

Reklam

YORUMLAR

  • 0 Yorum