2003 yılı başlarıydı. O zaman da Netanyahu, ABD hükümetini tahrik ediyordu. Irak’ta kimyasal silah tesisleri olduğunu, İsrail’in güvenliğinin tehdit altında bulunduğunu iddia ederek kışkırtmaların doruğuna çıkmıştı.
ABD’nin organize ettiği ve Irak’ın çeşitli vaatlerle İran’a saldırmaya ikna edildiği sekiz yıl süren savaş, henüz yeni bitmişti.
Biraz hatırlayalım: İran–Irak Savaşı, 1980–1988 yılları arasında yaklaşık bir milyon kişinin ölümü, iki milyon kişinin yaralanması ve 150 milyar doları aşkın maddi hasarla sonuçlandı. Savaş, Irak’ın zaferleriyle başlamış, İran’ın direnmesiyle bir yıpratma savaşına dönüşmüş ve galibi olmadan sona ermişti.
Ancak bu savaş da aslında İsrail’in güvenliği için çıkarılmıştı. Amaç, hem Irak hem İran’ın askeri kapasitesini zayıflatmak, ekonomilerini çökertmek ve iki ülkeyi uzun vadeli bir çöküşe sürüklemekti.
Savaşın bitiminden sadece beş yıl sonra, Netanyahu bu kez “Saddam krizi” ile sahneye çıktı. Irak’ta kimyasal silah ve kitle imha tesisleri bulunduğu yönündeki iddialarla ABD’yi bir kez daha savaş çığırtkanlığına sürükledi.
Türkiye, bu süreçte kritik bir noktadaydı. Amerikan ordusunun Türkiye topraklarını kullanabilmesi, limanlarımızın ve askeri havaalanlarımızın açılması için TBMM’den onay gerekiyordu. 1 Mart 2003’te oylanan tezkere, Meclis’ten geçmedi. Ancak ABD, yine de saldırısını gerçekleştirdi. Irak, bir kez daha yerle bir edildi. Sonrasında ise, tüm dünyanın gözleri önünde “kimyasal silah yalanı” çöktü. ABD Başkanı Bush, kameraların karşısında sadece gülümseyerek, “Yanılmışız” demekle yetindi.
Ancak bu vahşet ve soykırımlar, kamuoyuna “bölgeye demokrasi getirme” ya da “Arap Baharı” gibi parlak sloganlarla pazarlanıyordu. Vietnam’da, Afganistan’da da aynı ahlaksızlık “barış” ambalajında sunulmuştu.
Suriye’de de benzer bir tiyatro sahneye kondu. Sırf İsrail’in güvenliği ve Filistin’in hakkı olan, açıkça çalınmış doğalgazın Avrupa’ya boru hattı ile iletilmesine karşı çıktığı için, Suriye hedef alındı. Milyonlarca insan öldü, milyonlarca insan yurtlarını terk etmek zorunda kaldı. ABD menşeli “İslamcı” terör örgütleri kurulup, bu amaçlarla savaştırıldı.
Bugün ise benzer bir kirli senaryo İran üzerinde oynanıyor. Ancak bu defa sert kayaya çarptılar. İsrail, tarihinde belki ilk kez, bu denli güçlü bir karşılık aldı; füze saldırılarıyla birçok stratejik tesisini kaybetti.
Netanyahu, aynı şeytanlıkları sürdürüyor; bu kez ağlayarak, şantaj yaparak ve tehdit ederek Amerika’yı İran’a doğrudan saldırmaya ikna etti.
Batı medeniyeti, tek cümleyle şöyle özetlenebilir:
"Barış, demokrasi, insan hakları" yalanlarıyla gezegeni yıkıma sürükleyen kolektif bir suç örgütü.
Amerika, İngiltere, Almanya, Fransa, İsrail… Bu ülkeler insanlığa sadece kan ve gözyaşı sundular.
Peki etnik ve mezhebi ayrılıkları kimler pompalıyor?
Bu ayrışmalar kimin işine yarıyor?
Güçsüz bir Suriye kimin işine yaradı?
Güçsüz ve bölünmüş bir Irak kimin çıkarına hizmet etti?
Güçsüz Mısır, Ürdün ve Lübnan kimlere yarar sağladı?
Petrolü çalınan, iç savaşa sürüklenmiş bir Libya’nın bu hali kimin lehine?
Güçsüz bir İran kimlerin hedefinde?
İran’da hedeflerine ulaşsalardı sıranın Türkiye’ye geleceğini, oyun planının etnik ve mezhebi bölünme ile ekonomik çökertme olduğunu artık hepimiz biliyoruz.
Bu yüzden İran’a bir teşekkür borçluyuz. Adeta küfrün önünü kesti, emperyal planları paçavraya çevirdi.
Sonuçta kim kazandı?
İsrail’in hedefi, Gazze’yi yok etmekti. Ancak mücahitler ve kahraman Gazze halkı, 21 aydır arslanlar gibi direniyor.
İran’ın İslami rejimi yıkılacak, yerine Batı’ya hizmet eden bir yönetim getirilecekti. Bu yönetim, petrol ve doğalgazı emperyalistlere sunacak, Batı karşısında eğilecekti. Fakat plan işlemedi.
Yenilmez sanılan İsrail’in kentleri füze saldırılarıyla vuruldu, altyapısı ve prestiji yerle bir edildi. Kibirleri de kentleri gibi yerlere sürüldü.
Peki, kim kazandı?
Cevabı açık: Kazanan, teslim olmayan: Nebevi direniş ruhudur.
YORUMLAR