Yıllarca Türkiye’deki dindarlar ve kanaat önderleri “Kudüs’e giden yol Şam’dan geçer!” diyerek Suriye muhalefetini destekledi. Muazzam bir propaganda mekanizması işletildi. Halbuki ta en başından bu yana, Suriye’de hedef Filistin direnişinin ikmal hattının kesilmesiydi. Bu, öyle derin analiz gerektiren bir durum da değildi, her şey çok açıktı. Suriye Ulusal Konseyi’nin lideri Burhan Galyun ilk ayaklanmaların başladığı zamanlarda bunu açıkça söylemişti. Nitekim ABD ve Batı, tam tekmil muhalefetin yanındaydı. O zamanlar bunları söyleyen herkes korkunç bir linçe maruz kaldı. Konuşturulmadı. Her neyse, sonuç aşağıda. ABD Büyükelçisi Tom Barrack, Suriye Dışişleri Bakanı’nı da yanına alarak Suriye’ye ABD bayrağını çekiyor. Aynı anlarda ise Gazze, ABD bombalarıyla perişan ediliyor.
Peki sebep ne? Çok fazla sebep var. Sadece tek taraflı da değil; hepimiz için geçerli: Hamaset, cehalet, önyargı, totaliterlik, sorunlarımızı konuşarak çözememe, siyasal basiret körlüğü vs. vs. Fakat asıl sorun aşağıdaki görüntüler de değil. Asıl sorunumuz muhasebe yeteneğimizin de olmaması. Yaşadıklarımızdan asla ders çıkarmıyoruz. Korkum o ki bundan da ders çıkarmayacağız!
Geçmişe baktığımızda ABD’nin Ortadoğu’ya ilk askeri müdahalesinin de “dindarlar” yönetimlerin maharetiyle gerçekleştirildiğini görüyoruz.
*
Amerika Birleşik Devletleri Ortadoğu'ya 1957 yılında "Eisenhower Doktrini"yle girmişti. Bu doktrin, Komünist Rusya'nın tehdidi altında olan ülkelerin talep etmesi halinde, askeri yardım yapmayı öngörüyordu. Buna en çok kimler sevindi dersiniz? Başta Adnan Menderes hükümeti. Sonra İran ve Pakistan. Üçü birlikte Eisenhower'ı bir bildiriyle kutladılar:
"ABD'nin bu cesur ve yerinde kararı, Yalnız Lübnan'ın bağımsızlığını ve meşru hükümetini korumakla kalmayacak, aynı zamanda İran, Pakistan ve Türkiye'nin kararlı tutumlarını da güçlendirerek, hür dünyanın Amerikan liderliğine güvenini pekiştirecektir."
Nitekim Amerikan askerlerinin Ortadoğu’ya girişini simgeleyen ilk müdahale 15 Temmuz 1958 tarihinde Lübnan'a yapıldı. O günden sonra da ABD Ortadoğu’dan hiç çıkmadı. Bu müdahale yapılırken İncirlik Üssü kullanılmış, Adnan Menderes hükümetinden izin bile alınmamıştı! Daha doğrusu izin bile alınmasını gerektirmeyecek kadar “dost” bir hükümet iş başındaydı.
Asıl dikkat çekmek istediğim ise Amerikan Başkanı'nın kendi adıyla anılan doktrine Kongre'yi ikna etmek için gönderdiği mesajdır. Eisenhower Müslümanların gönlünü hoş edecek şeyler söylemişti. Başkan, üç büyük kutsal dinin bu topraklarda doğduğunu belirtmiş ve komünizmi işaret ederek şöyle demişti: "Bu kutsal yerlerin, Tanrı'yı reddeden materyalist düşüncenin egemenliğine terk edilmesi tahammül edilemez bir şey.".
Görüyorsunuz, ABD bizim inançlarımızı nasıl da önemsiyor! Şimdi de yine kimi “İslamcılardan” ABD güzellemeleri duymuyor muyuz?
Fakat daha ilginci Eisenhower’ın 28 Mart 1956’da günlüğüne yazdığı şu satırlardır. Lütfen dikkatli bir şekilde okuyalım:
“Dışişleri Bakanlığını ilişikteki bütün konularda çalışma yapmak üzere yetkilendirdim. Sorundaki ana nokta Nasır’ın artan ihtirası, Sovyetlerle ilişkisi sonucu elde ettiği güç hissi, bütün Arap âleminin gerçek lideri olabileceğine ilişkin inancı ve bu inançlardan ötürü Araplarla İsrail arasında uzlaşma için önerilen her teklifi reddetmesidir. Bundan dolayı Dışişleri Bakanlığına karşılıklı kişisel çatışmanın Nasır’ın açıkça geliştirmekte olduğu saldırgan politikayı engelleyebileceği düşüncesiyle bir başka kişiyi Arap dünyasının gelecekteki lideri olarak ortaya çıkarmaya başlamamızı önerdim. Böyle bir rakip olarak benim tercihim Kral Suud’dur. Ne var ki, bu adamı tanımıyorum ve dolayısıyla da düşündüğüm pozisyona uygun olup olmadığını bilmiyorum. Yine de Arabistan, İslâm dünyasının kutsal yerlerini içeren bir ülkedir ve Suudiler bütün Arap grupları içinde en dindar olanlar olarak bilinmektedir. Dolayısıyla, ola ki, kral bir ruhani lider olarak yetiştirilebilir. Bu gerçekleştirilebilirse, o zaman politik liderlik hakkını öne sürmeye başlayabiliriz...”.
Daha önceki bir paylaşımda uzun bir şekilde anlatmıştım. O yıllarda Türkiye’de Nasır aleyhine sert rüzgarlar estirilirken, İran Şahı hakkında güzellemeler yapılıyordu.
Eisenhower’ın günlüğüne yazdıklarının analizinden bir kitap çıkar. Öylesine dolu. Ama şu kadarını söylemekle yetineyim: ABD, bu coğrafyada kimin lider olacağına, kimin öne çıkarılacağına, kimi terörist sayılacağına ve kimin makbul görüleceğine karar vermekte; bunu yaparken de dindarların hassasiyetlerini özenle kullanmaktadır: İnançsa inanç, ezansa ezan, bayraksa bayrak, cihadsa cihad! Fakat bir nokta hiç değişmemektedir: İsrail karşıtları gidecek! İsrail’in güvenliğini tehdit edenler gidecek! ABD’nin çıkarlarını tehdit edenler gidecek! Bu hiç değişmemiştir.
Değişmeyen bir şey daha var: Bunun yolunu neden hep dindarlar açıyor? Neden hep bizim topraklarımızda bizim kanımız akıyor? Neden yaptığımız cihad hep ABD’nin işine yarıyor ve neden günün sonunda hep ABD bayrağı göndere çekiliyor?
Bu hikayelerin sonu neden hep aynı bitiyor?
YORUMLAR