Bu ümmetin Kerbela’da İslam adına Hz. Hüseyin’in başını kestiğini öğrendiğimden bu yana hiçbir şey hayal kırıklığına uğratmıyor beni. Allah’ı ne kıldığımız namazla aldatabiliriz, ne de sarık ve sakalla. Ne de attığımız sloganlarla. Kalplerde olan mutlaka açığa çıkacak, öyle ya da böyle. Ömrünü vaaz ve namazla geçirenler hayatının sonunda Yezid’in yanında saf tutabilir. Kimsenin garantisi yok. Vakit namazlarını -daha efdal olduğunu düşünerek- Hz. Hüseyin’in arkasında kılanlar, namaz aralarında onunla savaşıyordu. Kim diyebilirdi ki bu insanlar Müslüman değil! Kim diyebilirdi ki bu insanlar samimi değil!
Kim diyebilirdi ki cehenneme giden yolun taşları samimiyetle döşeli değil!
Şeytan gerçekten mükemmel bir kötülük. Kalplerde olan hastalığı fark etmede ve ortaya çıkarmada uzman. Ve hiç kimseden asla ümidini kesmiyor. Ama asıl başarısı bu değil. Asıl başarısı, bizi hem kötülüğün yanında saf tutmaya itmesi hem de buna bizim için harika açıklamalar bulması. Bizim yapmamız gereken sadece irade etmek, istemek, arzulamak. Sahne bazen bizim için öyle kuruluyor ki, her şey çok açıkken bile, kötülüğün tarafına bizim kalbimizi çalacak cazip bir şeyler yerleştiriliyor.
Hiç kimse açıktan “İsrail’in yanındayım!” demiyor. Zaten Şeytan da bizden bu kadarını beklemiyor. Açıktan İsrail’in karşısında olmanız onu ilgilendirmiyor bile. Çünkü herkesi İsrail’e bağlayan “aracılar” var. Biz sadece “sevdiklerimizin” yanında duruyoruz, o kadar. Gerçekten kusursuz bir denklem: Sevdiklerimizin yanında durarak İsrail’in yanında durmuş oluyoruz. İlla Netanyahu’yla el sıkışmanız gerekmiyor. Sevdiklerinizin Trump’la el sıkışması, onun şartlarına eyvallah etmesi yetiyor. Dediğim gibi, açıklama kısmı hiç sorun değil.
Allah bu kusursuz denklemin karşısına kusursuz bir denklem koyuyor: Sevdiğiniz şeylerden vazgeçmedikçe gerçek iyiliğe eremezsiniz!
Bu sevdiklerimiz nelerdir? Sadece bir kısmını biliyoruz: Bu kimi zaman mezhep oluyor kimi zaman kavmiyet, kimi zaman servet oluyor kimi zaman enaniyet. Ve bir de uzun emellerimiz. Ve bir de kalbimizin derinliklerinde yeni yeni filizlenen; bazen bizim bile farkında olmadığımız ve ama mutlaka günün birinde bizi kötülüğe götürecek umutlar, eğilimler…
Geçtiğimiz günlerde yapılan bir röportajda “Tarihte bir olaya şahitlik etme imkanınız olsa hangi olayı seçerdiniz?” şeklinde bir soru soruldu. Şöyle cevapladım: “Hz. Ali’nin müşriki öldürmekten vazgeçtiği, elinin havada kaldığı o an.”
Gerçekten tarihin en muhteşem anıdır kanaatimce: Kılıcı kaldırmışsınız tam indirecekken müşrik yüzünüze tükürüyor! Normalde bir vuracaksanız iki vurmanız lazım: Çünkü karşınızdaki hem müşrik hem de tertemiz bir yüzü pis tükürüğüyle kirletiyor! Ve savaştasınız. Kılıcı indirmek için her koşul hazır. Ama Hz. Ali’nin eli havada kalıyor. Kılıç inmiyor. Onu tutan ne? Ali kiminle savaşıyor? Bu gerçekten sadece bir an mıdır? O anda karar verilen bir şey midir? Hayır. Bu an, Hz. Ali’nin ömrünün hasılatıdır. O, zamanında kendini hakikatten saptıracak en küçük, en sessiz sapmalardan bile kendini koruya koruya gelmiştir o güne. Doğruluk Hz. Ali’nin refleksi olmuştur.
Ne var ki, tarih Hz. Ali’yi Muaviye’nin karşısında yenilgilere mahkum etti. Bizim tarihçilerimizden bazıları bile Hz. Ali’yi “siyaset bilmez” bir kişi olarak takdim etti.
Siyaset Kur’an sayfalarını Hz. Ali’nin karşısına çıkarmak mıdır? Siyaset, Kur’an’ı kendi arzularımıza alet kılmak mıdır?
Siyaset erkek deveyle dişi deveyi ayırt edemeyen on binleri kendi tahtın için kullanmak mıdır?
Siyaset Hz. Osman’ın kanlı gömleğini, kendi iktidarın için diyar diyar gezdirmek midir?
Siyaset tahtın yolunu Yezid’e açmak mıdır?
Hz. Ali bunlardan herhangi birini yapabilir miydi?
“Nefsimin hissesi karışmış olabilir mi acaba?” diye dert edip kılıcını müşrike indirmeyen adam bunu yapabilir miydi?
Kuşkusuz Hz. Ali “siyaset bilmediği” yorumlarına itiraz etti. Onu tutan bir şey vardı: Allah korkusu. Allah’tan korkmamanın adı siyaset olamazdı. Ama sahne öyle bir dizayn edilmişti ki, Ali’nin karşısına kim çıktıysa “Allah adına” çıktı.
Allah’tan korkmamanın en büyük göstergesi Allah’ı kabul etmemek ya da Allah’a karşı gelmek değildir, Allah adına kandırmaktır. Allah’ı kendi arzularına, hırslarına, kinine ve intikamına aracı kılmaktır. Bundan daha büyük bir “tuğyan” olabilir mi?
*
Tarihin en büyük kırılma anlarından birini yaşadık. Yaşadık ve bitti. Biz sanıyorduk ki, direniş ve İsrail arasında geçen bu savaşta direniş yalnız bırakıldı. Hayır, öyle olsa iyiydi. Herkes bir şekilde direnişin karşısında yer aldı. İdrak sahipleri için bu, dün de aşikardı.
Trump’ın Ortadoğu turunu gördünüz. Suud, BAE ve Katar’la 2 trilyon doları aşan anlaşmalar imzaladı. Yeni Suriye yönetimiyle görüşme “lütfunda” bulundu. Suriye yönetimi buna “kalbi teşekkürlerle” karşılık verdi. Soykırımın bitmesini bile beklemediler. Kuşkusuz herkesin bir açıklaması var. Açıklamadan daha bol ne var? İnsan kendini temize çıkarmak istesin yeter ki, ikna edemeyeceği kim var?
*
Muaviye’nin “siyaset” yöntemi üç kavrama dayanıyordu: Zer, zor ve tezvir. Yani, sözün geçtiği yerde söz, dinarın geçtiği yerde dinar, kılıcın geçtiği yerde kılıç. Bugün yeryüzünün zorbaları bu muhteşem üçlüye hiçbir şey eklememiş ve çıkarmamışlardır. Aynıyla uyguluyorlar.
Bir de bu üçüne de boyun eğmeyen bir kesim var. Ne kara propagandayı umursadılar ne de altınla gözleri kamaştı. Kılıçların karşısında da dimdik durdular. Onlar sadıklar, salihler ve şehidlerdir. Onlar ölmüş olsalar da diridirler. Onlar Allah’ın tarafıdır. Ve şüphesiz ki galip gelecek onlardır.
YORUMLAR