İçinde bulunduğumuz 2025 yazının ortasında, Çukurova'nın kavurucu sıcağı altında yaşanan orman yangınları ve asfaltı eriten sıcaklar, aslında bir metafor gibi. Tıpkı dışarıda kendi kendine pişen yumurta gibi, kamu çalışanının ruhu da bu ağır şartlar altında kaynar gibi ama ne yazık ki soğuk kalıyor. Mütevazi odalarda, güneşte, evinden uzakta, yol parası hesaplayarak işe giden, ay sonunu getiremeyen, kirayı kredi kartıyla tamamlamaya çalışan milyonlarca insan var bu ülkede. TÜİK'in enflasyon rakamları tabelalarda asılı dururken, market fişleri cüzdanlarda gerçek enflasyonu haykırıyor.
Kamu Çalışanının Sessiz Çığlığı: Neden Ses Duyulmuyor?
Şimdi yine toplu sözleşme zamanı. Masada sendikacıların parıltılı başlıkları... Ama sokaktaki kamu çalışanı sessiz. Çünkü ne maaş artışı ne de vaat edilen düzenlemeler onun çayına şeker katabiliyor, hayatını kolaylaştırabiliyor. Kamu çalışanı sadece nefes almak, insanca yaşamak istiyor. Çalıştığı kuruma aidiyet değil, adalet istiyor. Hak ettiği özlük haklarını, liyakatli bir yükselme sistemini, çocuklarının geleceğini düşünebilmek istiyor.
Ne yazık ki toplu görüşme masasındaki ses, onu yansıtmıyor. Çünkü sözde temsilciler, sendikaları zenginleşme, kariyer yapma ve bir zıplama tahtası olarak görüyor; kısacası temsiliyeti kendi ikballerine kullanıyorlar. Gerçek sendikacılık, temsil ettiği kitle gibi yaşayan, gerçek hayata dokunan bir mücadele olmalı.
"Aidatı Kim Öderse, Sesi de Ondan Çıkar": Mevcut Sistemin Sorunu
Bugün sendikalar, aidatı işverenden alıyor. Temsil ettiği insandan değil, onu finanse eden kurumdan. Ve kamu çalışanı çok iyi biliyor ki, “aidatı kim öderse, onun sesi duyulur.” Bu yüzden yıllardır talepleri cılız kalıyor, çünkü sesi başkasının ağzından çıkıyor.
Sendika, üyeden beslenmeli, üyeye ses olmalı. Gerçek temsil, ancak cebinden aidat ödeyen bir çalışanın iradesiyle şekillenir. Aidatı cebinden ödeyen, hakkını da aramayı bilir; sorumluluğu taşır, talepkâr olur. Ama mevcut sistemde bu bilinç zayıflatılıyor. Sendikacılık, sahici bir mücadele olmaktan çıkıp bir temsil ve ikbal vitrinine dönüşüyor.
Kamu Çalışanının Talebi Lüks Değil, Yaşam Hakkı
Bugün sahada, öğretmen sabah simit almayı erteleyerek okula gidiyor. Hemşire gece nöbetinden sabaha eve dönerken belediye otobüsü parasını hesaplıyor. Artık kamu çalışanı evlenmeyi düşünmeden önce ev kiralarını düşünüyor. Bu gerçekleri görmeden yapılacak her teklif, masa başında yazılmış bir şiirden ibaret kalır.
Kamu çalışanının talepleri net:
- Bölgesel kira desteği ile yaşam alanına nefes,
- Ulaşım ve yemek yardımı ile gününü tamamlayabilme,
- Borç yapılandırma ve kamu bankaları işbirliği ile rahatlama,
- Hukuki danışmanlık ve psikolojik destek ile sosyal güvence…
Ve hepsinden önemlisi: aidatı kendi cebinden ödediği bir sendika ile gerçek sesini duyurmak.
Çözüm: "Aidatın Sahibi, Sözün Sahibidir"
Bugün artık şunu konuşmalıyız: Temsil kimden geliyor, karar kim tarafından alınıyor? OECD verileri de gösteriyor ki, aidatı kendi ödeyen üyeler, sendikalarının karar süreçlerine %45 daha fazla katılıyor. Çünkü orada gerçek bir bağ, gerçek bir sorumluluk var. Türkiye'de ise çalışanlar sendikalardan uzaklaşıyor; güvensizlik, hayal kırıklığı ve değersizlik hissi büyüyor.
Çözüm net: Sendikalar, üyeyi merkeze almalı. Aidatın geldiği yer, sesin çıktığı yer olmalı. Sendikacı protokolde değil; kamu çalışanının yanında durmalı, onun gibi yaşayan insanlardan olmalı ki çalışanı anlayabilsin.
Bugün kamu çalışanı bir şey istemiyor, sadece duyulmak istiyor. Sadece yaşamak değil, yaşadığını hissetmek istiyor. Bu sesi duymazsanız, masa ne kadar büyük olursa olsun o masada kimse kalmaz. Şunu da unutmayalım; herkesin vatan, bayrak, ezan sevgisi istismar edilmemeli. Bu memlekete gönülden hizmet edenler sesini duyurma çabasındadır.
Gerçek sendikacılık, gerçek hayata dokunduğunda anlam bulur. Aidatın izini sürerek temsilin kimden geldiğini anladığımızda, sesi gerçekten kimin çıkarması gerektiğini de görmüş oluruz.
Unutulmasın ki " Sevdamız Türkiye, Mücadelemiz İnsanca Yaşamak İçindir."
Selam ve dua ile…
Kamu Çalışanının Sessiz Çığlığı: Neden Ses Duyulmuyor?
Şimdi yine toplu sözleşme zamanı. Masada sendikacıların parıltılı başlıkları... Ama sokaktaki kamu çalışanı sessiz. Çünkü ne maaş artışı ne de vaat edilen düzenlemeler onun çayına şeker katabiliyor, hayatını kolaylaştırabiliyor. Kamu çalışanı sadece nefes almak, insanca yaşamak istiyor. Çalıştığı kuruma aidiyet değil, adalet istiyor. Hak ettiği özlük haklarını, liyakatli bir yükselme sistemini, çocuklarının geleceğini düşünebilmek istiyor.
Ne yazık ki toplu görüşme masasındaki ses, onu yansıtmıyor. Çünkü sözde temsilciler, sendikaları zenginleşme, kariyer yapma ve bir zıplama tahtası olarak görüyor; kısacası temsiliyeti kendi ikballerine kullanıyorlar. Gerçek sendikacılık, temsil ettiği kitle gibi yaşayan, gerçek hayata dokunan bir mücadele olmalı.
"Aidatı Kim Öderse, Sesi de Ondan Çıkar": Mevcut Sistemin Sorunu
Bugün sendikalar, aidatı işverenden alıyor. Temsil ettiği insandan değil, onu finanse eden kurumdan. Ve kamu çalışanı çok iyi biliyor ki, “aidatı kim öderse, onun sesi duyulur.” Bu yüzden yıllardır talepleri cılız kalıyor, çünkü sesi başkasının ağzından çıkıyor.
Sendika, üyeden beslenmeli, üyeye ses olmalı. Gerçek temsil, ancak cebinden aidat ödeyen bir çalışanın iradesiyle şekillenir. Aidatı cebinden ödeyen, hakkını da aramayı bilir; sorumluluğu taşır, talepkâr olur. Ama mevcut sistemde bu bilinç zayıflatılıyor. Sendikacılık, sahici bir mücadele olmaktan çıkıp bir temsil ve ikbal vitrinine dönüşüyor.
Kamu Çalışanının Talebi Lüks Değil, Yaşam Hakkı
Bugün sahada, öğretmen sabah simit almayı erteleyerek okula gidiyor. Hemşire gece nöbetinden sabaha eve dönerken belediye otobüsü parasını hesaplıyor. Artık kamu çalışanı evlenmeyi düşünmeden önce ev kiralarını düşünüyor. Bu gerçekleri görmeden yapılacak her teklif, masa başında yazılmış bir şiirden ibaret kalır.
Kamu çalışanının talepleri net:
- Bölgesel kira desteği ile yaşam alanına nefes,
- Ulaşım ve yemek yardımı ile gününü tamamlayabilme,
- Borç yapılandırma ve kamu bankaları işbirliği ile rahatlama,
- Hukuki danışmanlık ve psikolojik destek ile sosyal güvence…
Ve hepsinden önemlisi: aidatı kendi cebinden ödediği bir sendika ile gerçek sesini duyurmak.
Çözüm: "Aidatın Sahibi, Sözün Sahibidir"
Bugün artık şunu konuşmalıyız: Temsil kimden geliyor, karar kim tarafından alınıyor? OECD verileri de gösteriyor ki, aidatı kendi ödeyen üyeler, sendikalarının karar süreçlerine %45 daha fazla katılıyor. Çünkü orada gerçek bir bağ, gerçek bir sorumluluk var. Türkiye'de ise çalışanlar sendikalardan uzaklaşıyor; güvensizlik, hayal kırıklığı ve değersizlik hissi büyüyor.
Çözüm net: Sendikalar, üyeyi merkeze almalı. Aidatın geldiği yer, sesin çıktığı yer olmalı. Sendikacı protokolde değil; kamu çalışanının yanında durmalı, onun gibi yaşayan insanlardan olmalı ki çalışanı anlayabilsin.
Bugün kamu çalışanı bir şey istemiyor, sadece duyulmak istiyor. Sadece yaşamak değil, yaşadığını hissetmek istiyor. Bu sesi duymazsanız, masa ne kadar büyük olursa olsun o masada kimse kalmaz. Şunu da unutmayalım; herkesin vatan, bayrak, ezan sevgisi istismar edilmemeli. Bu memlekete gönülden hizmet edenler sesini duyurma çabasındadır.
Gerçek sendikacılık, gerçek hayata dokunduğunda anlam bulur. Aidatın izini sürerek temsilin kimden geldiğini anladığımızda, sesi gerçekten kimin çıkarması gerektiğini de görmüş oluruz.
Unutulmasın ki " Sevdamız Türkiye, Mücadelemiz İnsanca Yaşamak İçindir."
Selam ve dua ile…