Son zamanlarda şehirlerin göğüne yükselen soğuk betonlar, dar sokaklarda üst üste dizilmiş apartmanlar ve her geçen gün daha da küçülen yaşam alanları, aslında bize yalnızca mimariyi değil, bir toplumu anlatıyor. Gözümüzle gördüğümüz şey dört duvar olabilir ama hissettiğimiz şey çok daha derin: Neden evler küçülüyor? Bu sadece bir barınma tercihi mi, yoksa daha büyük bir hikâyenin küçük bir parçası mı?
Bir zamanlar, kalabalık sofralarda aynı çorbaya kaşık sallayan büyük aileler vardı. Aynı avluda büyüyen çocuklar, ninelerin dizinde dinlenen masallar, dedelerin öğütleri, komşudan eksik gelen şekerin hemen tamamlandığı bir mahallenin sıcaklığı... Şimdi ise insanlar, 1+1'lik dairelerde yalnızlığın sessizliğine hapsoluyor. Birçoğu, ne komşusunun adını biliyor, ne de kapısını çalmaya cesaret ediyor. Çünkü daralan sadece evler değil; ilişkiler, güven, dayanışma ve umut da daralıyor.
Peki, bu dönüşüm sadece ekonomik sebeplerle mi açıklanabilir? Artan maliyetler, kira fiyatları, şehirleşmenin zorunluluğu... Yoksa, daha derin ve daha sessiz bir plan mı işliyor? Aileyi parçalayarak bireyi yalnızlaştırmak, dayanışmayı zayıflatarak insanı çaresizleştirmek ve sonunda onu sisteme tam bağımlı hale getirmek... Küçük evler, belki de bu yalnızlaştırma projesinin en görünmez ama en etkili silahı.
Çünkü yalnız kalan birey, sesi çıkmayan bireydir. Yardım isteyemez, hak arayamaz, direnemez. Ve sistem, tam da böyle bireyleri sever: Sorgulamayan, yalnız, kırılgan ve itaatkâr. Küçük evlerde büyüyen çocuklar, oyun alanlarını değil, ekranları tanır. Gençler, ailesiyle değil, sanal dünyayla bağ kurar. Ve insanlar, dört duvar arasında giderek kendine bile yabancılaşır.
Oysa bir toplumun direnci, büyük metrekarelerde değil, büyük yüreklerde saklıdır. Dayanışmada, paylaşımda, beraberlikte… Bu yüzden mesele yalnızca konut politikaları değil; bu, bir toplumun ruhunu neyle beslediğimizin sorusudur. Evlerimizi küçültürken aslında birbirimize olan mesafeyi büyütüyor muyuz?
Bugün, eğer gerçekten sağlıklı ve güçlü bir toplum istiyorsak, sadece konut üretimini değil, toplumsal dokuyu da yeniden düşünmeliyiz. Geniş evler, sadece daha fazla oda değil; daha fazla ortak yaşam, daha fazla paylaşım, daha fazla huzur demektir. Belki de yapılması gereken ilk adım, Çevre, Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanlığı'nın belediyelere vereceği bir uyarıdır: “1+0 ve 1+1 evler, bir barınma biçimi değil; bir yalnızlaştırma biçimidir.”
Evet, küçük evler bir tercihten çok, bir zorunluluğun sonucu olabilir. Ama bu zorunlulukları kim ve ne şekillendiriyor, işte asıl soru bu. Belki de bu bir plan, belki de sadece görünmeyen bir çöküş. Fakat şu kesin: Toplumu yeniden ayağa kaldırmak istiyorsak, önce insanlara nefes alacak alanlar sunmalıyız. Çünkü geniş evler, sevginin de, umudun da daha rahat yer bulduğu mekânlardır.
Peki sizce? Bu küçülen evler gerçekten tesadüf mü? Yoksa bir toplumun ruh haritasını değiştiren derin bir mühendisliğin sessiz adımları mı?
Selam ve dua ile...
YORUMLAR