Reklam
Gökmen CAN | Eğitimci | Sosyolog

Gökmen CAN | Eğitimci | Sosyolog


Genç Arkadaş ve Yeşerttikleri

29 Aralık 2025 - 09:53

GENÇ ARKADAŞ ve YEŞERTTİKLERİ

“Her Şeye Sahip Ama Hiçbir Şeye Tutunamayan Kalabalıklar İçindeyiz”

Tüm dünyada ve ülkemizde bir heyecandır almış başını gidiyor. O kadar sorun, sıkıntı ve kangrenleşmiş insani, vicdani ve evrensel sayılabilecek meselelere karşı, “yapay heyecan” insanları takmış peşine götürüyor. Dünyamızın her kıtasında; her dilden, dinden, milliyetten insanların maruz kaldığı sıkıntıların “yapay zevklerle” bertaraf edildiği bir dönemde yaşıyoruz. Toplu hipnoz şeklinde yapılan bir uyutma seansı içinde, rahat koltuklarında oturur bir şekilde, dev ekranlardaki sağa sola sallanan saate bakıp dairesel çevirimleri izleyip duruyoruz. Temel şey, “insanlığın” topyekûn uyutulması/uyuması.

Bugün genç bir arkadaşla konuşma fırsatı yakaladım. Bilirsiniz bazı konuşmalar çok uzun ve meşakkatli bir yolun aslında sökük iplik başı gibidir. Genç adama 90’lara ait bir video gösterdim. Kısa bir süre önce bana da İstanbul’dan bir arkadaşım göndermişti. Çok etkilenmiştim. Genç arkadaş izledikten sonra biraz sustu. Yaklaşık bir beş dakika sürdü. Sonra hiç beklemediğim bir cümle kurdu. İşin açığı çok şaşırdım ve aynı zamanda da içimde çiçekler gibi “umutların” da açtığını söyleyebilirim. Aynen şunları söyledi:

“Aslında birden fazla özelliği içeren alet edevat hiç de iyi değil. Çünkü her aletin bir özelliği olması gerekir. Fotoğraf çekeceksek sadece fotoğraf makinesi olmalı, telefon olacaksa sadece konuşma özelliği ve sade bir mesajlaşma özelliği olmalı. Şimdi onlarca aletin her birinde üçer, beşer, onar, yirmişer özelikler yer almakta. Bu da aslında bir noktada “duygusallığımızı” daortadan kaldırmaktadır. Düşünün; bir fotoğraf makinesinden çekilen fotoğrafın kırk, elli, yetmiş ya da yüz yıldan fazla bir geçmişi olabiliyor. Aslında zamansal süreç değil, duyguların yaşanılmasındaki en kalıcı etkilere sahip olması. Şimdi her gün belki her bir kimse onlarca fotoğraf çekiyor kendini, doğayı veya başka bir şeyi. Çok değil üç beş gün sonra o heyecan kaybolup gidiyor. Hatırlanmıyor bile.”

Her güzel şeyin heyecanıyla dolardık; ilk oruç, ilk spor ayakkabısı, ilk bayramlık, ilk okuma, ilk fotoğraf çekilme, ilk şehirler arası seyahat (memlekete gitme), ilk hesap makinesi, ilk ciltli defter, ilk şiir, ilk bisiklet, ilk bebek, ilk araba (oyuncak), ilk diye başlayan neler yoktu ki bize başımızı yastığa koyduğumuzda heyecandan uyutmayan. Şimdi öyle mi? Nerdeeee!!!

Teknolojinin, iletişimin, elde etmelerin ve tüm sahipliklerin kolaydan daha kolay bir şekilde bu zamanki insanlara sunumlar yapması şaşırtmaların hem zirvesini hem de çukurunu yaşatmaktadır. Peki, değerlerimiz ve maneviyat nerede? Acaba bu ikili olmadığı için mi bu genç arkadaş yukarıdaki lafları etti? Sanırım haklılık payı çok yüksek. Çünkü insan başı boş veya robot gibi, kurma saat gibi ya da yapay zekâ gibi bir varlık değildir. Ne kadar yüksek ve paha biçilmez bir maddi “sahipliğe” sahip olursak olalım “maneviyat”, “insanlık”, “ahlak”, “değer”, “milli kültür” eksikliği bizim fakirliğimizi gidermez.

Ana babaya saygıdan yoksunluk, akrabayı taallukatı ziyarette kopukluk/yoksunluk, ahlaki ve milli değerlerden uzak bir yaşamı benimseyip insanlıktan sıyrılmak, dini ve milli duygu düşünceden bihaber olmak “yürüyen, yaşamsal özellikleri gösteren ama duygusallıktan soyutlanmış” kimselerin varlıklarını ortaya çıkartmıştır. İşte, bu da toplumda daha derin yaraların açılıp, kalıcı kötü izlerin miras olarak oluşmasına sebep olmaktadır.

Ve bu yaralar ne yazık ki zamanla kabuk bağlamıyor; aksine normalleşiyor. Normalleşen her bozulma ise fark edilmez hâle geliyor. İnsan, insanlıktan uzaklaştığını fark etmediği anda en büyük kaybını yaşamış oluyor. Çünkü artık acıtmayan şeyler için çare aranmaz; sorgulanmayan hayatlar ise sürüklenmeye mahkûmdur.

Bugün “her şeye sahip ama hiçbir şeye tutunamayan” kalabalıklar içindeyiz. Elinde dünya kadar imkân, kalbinde ise tarifsiz bir boşluk… Gülüyor ama derinliği yok, konuşuyor ama anlamı yok, paylaşıyor ama hatırlamıyor. Çünkü hız, anlamın önüne geçti; çokluk, kıymetin yerini aldı; gösteriş, samimiyeti boğdu. Her şey var ama hiçbir şey kıymetli değil.

Eskiden bir şey için beklemek vardı. Beklemek, sabrı öğretirdi. Sabır ise şükrü doğururdu. Şimdi ise anında ulaşmak var; beklemeden tüketmek, tüketirken de değersizleştirmek… İşte, bu yüzden hiçbir “ilk”, artık eskisi gibi ilk değil. İlklerin büyüsü, tekrarla ve aşırılıkla öldürüldü.

Asıl tehlike ise şurada: Bu tabloya alışıyoruz. Alıştıkça savunmasız hale geliyoruz. Savunmasız hale geldikçe de yönlendiriliyoruz. Birileri bizim adımıza neye sevineceğimizi, neye üzüleceğimizi, neyi konuşup neyi unutacağımızı belirliyor. Dev ekranlardaki o sallanan saatler sadece zamanı değil, iradeyi de hipnotize ediyor.

Oysa insan; anlam arayan, değerle yaşayan, emekle olgunlaşan bir varlıktır. Ruhunu beslemeyen hiçbir ilerleme, onu ileri götürmez. Teknoloji insanın hizmetkârı olması gerekirken, efendisi hâline gelmişse; orada sorun teknolojide değil, insanın yönünü kaybetmesindedir.

Belki de yeniden sormamız gereken soru çok basit ama çok ağırdır: “Biz ne zaman azla mutlu olmayı, çokla şükretmeyi, beklemeyi, saklamayı, hatırlamayı ve kıymet bilmeyi unuttuk?”

Cevap acı olabilir ama gereklidir. Çünkü uyanış, ancak insanın kendine dürüstçe baktığı yerde başlar. Ve belki de hâlâ geç değildir… Eğer o genç arkadaşın cümlesinde filizlenen umut gibi, içimizde bir yerlerde hâlâ bir şeyler sızlıyorsa.

Kalın sağlıcakla…

Gökmen CAN – Eğitimci Sosyolog

Reklam

YORUMLAR

  • 0 Yorum