“Aklın Steplerinde Hakikati Aramak”
Zihin Ağacının Altında Biraz Duraklasak mı?
"Bazan hayatın sırları aklın steplerinde dört nala koşup durur. Zihin ağacının altında gölgelenir, sulanır akıl gölünden, zahmet edip uzatsan elini tutacaksın yularından sır atının…"
Bu cümleyle başlıyoruz söyleşimize(!). Çünkü her insanın içinde bir sır vardır ve o sır, kimi zaman bir çocuğun gözyaşında, kimi zaman bir ihtiyarın sessizliğinde dile gelir. Peki bu sır nedir? Aklın steplerinde koşan bu at hangi menzile varmak ister? Ve biz bu zamanın acayip diye bakılan/görülen/bilinen insanları, bu sırrı tutmak için elimizi nereye, nasıl uzatmalıyız?
Akıl: İlahi Bir Nimet’ül Azim
Kur’an-ı Kerim'de akıl, sadece bilgi edinme aracı değil, aynı zamanda hakikate ulaşmanın, imanı tahkik etmenin anahtarı olarak sunulur:
- “Şüphesiz ki göklerin ve yerin yaratılışında, gece ile gündüzün art arda gelişinde, akıl sahipleri için elbette ibretler vardır.” (Âl-i İmrân/190)
Peygamber Efendimiz Aleyhisselam da aklı övmüş, onu dinin temeli olarak görmüştür:
- “Aklı olmayanın dini de yoktur.” (Beyhakî, Şuabü’l-İman)
Burada akıl, sadece mantıki çıkarımlar yapan bir mekanizma değil; hikmetle yoğrulmuş, kalple yön bulan bir nurdur. Aynı zamanda “mükellef” olmanın da temel koşulu kabul edilmiştir. Bu nedenle İslam alimleri “mükellef” kavramını açıklarken öncesinde ilk bildirdikleri ya da sahip olunacak özelliğin “akıl sahibi” olmak gerektiğini söylemişlerdir.
Nakil ve Akıl Arasında Kurulacak Hikmet Dengesi
Bazen akıl bir yere kadar gider, sonra vahyin rehberliği gerekir. Aklın steplerinde dörtnala koşmak güzeldir ama istikameti kaybedince yular elden kaçar. Onun için Kur’an ve sünnet, akla yol haritası çizer. Akıl tek başına bir otorite olamaz. Olmuş olsaydı yüzlerce/binlerce yıldır insanoğlunun karşısına çıkan “insan” görünümlü kibir ve şer sahibi kimseler akıllarıyla doğru menzile varırlardı.
Bir sahabenin, Hazreti Ali’ye sorduğu şu soru dikkat çekicidir:
- “Ya Emîrel Müminîn, eğer din sadece akıl olsaydı mestin altı değil üstü mesh edilirdi.”
O da cevaben: “Evet, din aklı kapsar ama vahiy onu kemâle erdirir.”
Bu cevap, İslam'da akıl-nakil ilişkisinin özüdür. Vahiy, aklı boğan değil, onu selametle yürüten bir yol göstericidir. Yani bundan yaklaşık otuz yıl önce bir sözde profesörün dediği gibi olsaydı dünyamız bu halde olmazdı. Hâşâ, ne diyordu o prof:
- “Akıl vahiyden üstündür.”
Sen ki insanoğlu olarak ne kadar aciz olduğunu ve yeri geldiğinde bir “hiç” olduğunu yerden gökyüzüne doğru çıktıkça alacağın görüntü halini tahayyül et ve kendine gel.
Sırrın Peşinde Olmak: İçsel Yolculuk ve Marifete Ulaşmak
Sır, bilinmeyenin ardında gizlidir. Ama her sır ulaşılmaz değildir. Yeter ki gönül, hakikatin göğsüne yönelsin. Mevlânâ şöyle der:
- “Aklın varsa bir başka akılla dost ol da işlerini danışarak yap.”
Peki, ya biz kiminle danışıyoruz? Zihin ağacının altına oturup kendi sesimizi mi dinliyoruz, yoksa vahyin esintisine mi kulak veriyoruz?
Kur’an'da Musa Aleyhisselamın Hızır Aleyhisselam ile yaptığı yolculuk, sırra ulaşmanın ne denli sabır, teslimiyet ve tevazu gerektirdiğini anlatır. (El Kehf/60–82)
Musa Aleyhisselam, bir peygamber olduğu hâlde “siz bu bilgiye sabredemezsiniz” denmişti. Demek ki sır, sadece bilgiyle değil, hikmetle, edeble ve teslimiyetle açılır.
Günümüzün Stepleri Bilgi Çağındaki Karanlık Dehlizlerdir
Bugün bilgi çağındayız ama hikmet yoksunuyuz. Zihinler bilgiyle dolu ama gönüllerle bağ kuramıyor. Zihin ağacı kuruyor, çünkü gölgelenmiyoruz artık; sadece yarışıyoruz.
Albert Einstein’ın bir sözü bu noktada dikkat çekici:
- “Aklın amacı, kalbin rehberliğinde hizmet etmektir. Ama biz kalbi unuttuk, aklı ulaşılamaz yaptık.”
İşte modern insanın trajedisi burada başlıyor. Aklın yularını sadece kendine veren insan, sonunda sırrı kaybediyor.
Durmayıp, Silkelenip ve Yulara Uzanmak: Çözüm Nerede?
Sırrın yularına uzanmak ve bunu her daim etkili ve etkin halde tutabilmek için üç temel erdemin varlığı çok büyük bir öne m taşır. Bunları kısaca şöyle tanımlayabiliriz:
Tevazu: Bildiklerinin sınırlı, bilmediklerinin sonsuz olduğunu kabul etmek. Alçakgönüllülük, mütevazılık ve yalınlık da diyebiliriz.
Teemmül: Aklı sadece analiz değil, derin düşünceye yönlendirmek. Yani halk ağzında “düşünüp taşınma” şeklinde tanımlayabiliriz. Bu aslında en sade, göz önünde olanı çok rahat görebilmenin anahtarlarından biridir.
Tezekkür: Vahyin ışığında kendi hakikatini hatırlamak. Yani konuşmak ve hatırlatmak da diyebiliriz. Kime? Tabii ki kendimize.
Ve bu üç erdemi ancak vahyin ve hikmetin gölgesinde büyüyen zihinler başarabilir. Bu üç erdemin uygulayıcısının kaybettiğini tarih yazmamıştır. Hele ki “niyetini Allah rızası için edenler” zahiren tökezleseler bile mutlak huzurun ve selametin kendisine ulaşacaktır.
Sır Atının Nalı
Ey insan, sır atı senin ruhunun derinliklerinde dörtnala koşar. Bazen rüyalarında, bazen uykusuz gecelerinde şaha kalkar. Sesi ve soluğu öyle bir güç olur ki sana; en güzel ve en asil atların duruşu, kasları, kaslarının atışındaki muhteşemlik, terlerinin duruşu ve süzülüşü bile sana çok güzel ve tarifi zor zevkler yaşatır.
Zihin ağacının altına otur, gölgelen. Elini uzat. Belki o an yular senin avuçlarında olur. Denemeden bunu bilemezsin. Denemezsen kendini tanıyamazsın. Denemezsen önyargılarına ve kötümser duygularına yenik düşer ve silik bir halde yaşadığını zanneder ve bir köşede verdiğin nefesten sonra adın sanın unutulur; ne hoş bir sâdâ kalır senden geriye ne de yâd edilecek bir yanın.
Son Sözümüzü Ayetle Taçlanan Duamıza Bırakalım
- “Rabbimiz! Bize hikmet ver, bizi salih kullarının arasına kat.” (El Bakara/269)
Ve yine diyoruz:
- “Sırrın yularını aramak, aklın işi; ama tutmak kalbin liyakatidir.”
Kalın sağlıcakla…
Gökmen CAN
Eğitimci Sosyolog
YORUMLAR