DÜŞÜNMEDE TEMEL SORUN…
Düşünmede temel sorun; söylenilen ve söylenen sözün mahiyetine dair algıdan bilgiye yönelmeyi sağlayacak zeminin yokluğudur. Algısal düzlemin belirleyici bir zemin olarak işlevselleşmesi, idrak meselesini devreye alıyor ve karşılıklı anlama sorunu inşa ederek çatışmayı zorunlu hale getiriyor.
Sözün anlamının tam olarak tezahür edebilmesi için sözün söylendiği zemin, işaret ettiği düzlem ve kendini dayandırdığı ilke ve yöntem temeldir. O yüzden hiçbir söz kendi başına bir anlam ihtiva etmez! Söz, işlevini yüklendiği anlam ile birlikte anlam kazanır ve böylece bir anlaşma zemini doğurur. Boş, anlamsız, değersiz ve gereksiz sözün inşa ettiği bir yapıdan olumlu bir işlev beklemek beyhude olur.
Meseleyi çözüme kavuşturmak için hem sözü söyleyenin ve hem de sözü dinleyenin sözün ifade ettiği anlam dünyası için uzlaşı içinde olmaları esasa tekabül eder. Bu sadece dini, felsefi veya sosyal bir sorun için değil, her şeyi içine alan kapsamlı bir duruş içinde gerekli olandır. O yüzden sözün anlamı üzerine uzlaşı sağlandıktan sonra konu etrafında müzakere anlamlı hale gelir.
Meselenin özü; söylenen sözü, söyleyenin ne olduğunu bilerek söylemesi, dinleyenin ise sözün mahiyetine ve kastı mahsusasına dair net bir yaklaşıma sahip olması elzemdir. Bu bir diyalogun sağlıklı bir zeminde gerçekleşmesi için zorunlu ilkedir. İşte bu ilkeyi hayata geçirecek olan şey ise; ne söylenecekse, hangi alana dair konuşulacaksa, o alan ile ilgili meseleye dair bir yöntemin varlığını zorunlu kılar. Zaten, bir insan, söyleyeceği sözü ya bilerek veya bilmeden algı üzerinden bir yöntem üzerinden ifadeye kavuşturur. Bu sözü söyleyenin o yöntemden haberdar olmamasına rağmen böyledir. Çünkü hiçbir söz veya ilke bir yöntem olmadan oluşmaz, oluşturulamaz, hatta temel apriori ilkeler veya buna inanç ilkeleri de denebilir, geliştirilmeden oluşturulamaz! İşte, kimi insan, bu ilkelerden haberdardır, bilerek konuşur ve dinler, kimi insan ise bunları bilmez, bilmeden bazı ilke ve yöntemleri kabul ederek değerlendirmelere yönelir, ama yöntemin tam olarak ne olduğuna dair bir bakışı ise yoktur.
Düşüncede kaotik bir zeminin varlığı bu bilmemeye dayanır. Bu kaotik zeminin çatışma zeminini inşa etmesinin sebebi de budur. Çünkü algılar ve propaganda eşliğinde sunulan kesin yargılar üzerinden çatışma kaçınılmaz olacaktır. İşte sağ sol çatışması, liberal muhafazakâr çatışması, ya da dindar seküler çatışmasının nedeni de aynıdır ve tam bir kaotik zemine kayar.
Çözüm ise, söylenen sözün hangi yöntem üzerinden söylendiğini tam olarak bilmek ve ona göre tepki geliştirmeyi öncelemektir. Dini bir meselede bilimsel bir yöntem üzerinden hareket etmek asıl olana ihanet etmektir. Örneğin, felsefi bir meseleyi de bilimsel bir zeminde tartışmakta aynı hataya neden olmaktadır. Ya da bilimsel bir meselede felsefi bir yöntem üzerinden yargıda bulunmakta aynıdır. Özellikle de ilahi din üzerine bilimsel, felsefi, sosyolojik, psikolojik ve benzeri yöntemler üzerinden ahkâm kesmek tam bir hamakat örneğidir. Çünkü ilahi din, aşkınlığı, ulûhiyeti, rububiyeti ve gaybi olanı içermektedir. Bilim, felsefe, sosyoloji ve genel itibarı ile sosyal bilimler ise mevcudu, olanı içermektedir. Bu yüzden dini vahyin dışında ve nübüvvetin örnekliği dışında yargılamak, tasvir ve tasnif etmeye çalışmak beyhude bir çaba olur.
O zaman bir aydın ve entelektüel bir sözü söylediği zaman o sözün mahiyeti, mahiyetini belirleyen yöntemini/usulünü ve dayandığı ilkelerini idrak ederek sözünü söylemeli ki muhatabına da bunu belirtmeli ki yanlış anlamaya mahal bırakılmamalıdır. Sözün tasdik edilmesi yerine doğru anlaşılmasını öncelemek daha doğru bir diyalogun oluşumuna katkı sunar. Sözün tasdiki ise kişinin kendi yöntem ve ilkelerinin varlığına ve sadakatine dayalı olarak kendi iradesinin tezahürüne dayanmalıdır.
Maalesef, bir sözün neye tekabül edildiği anlaşılmadan, sadece algısal düzlemde eğer kişinin karşıtı olduğu bir siyasal zemine yaslandığı varsayılırsa hemen karşı çıkılır, eğer destek diye algılanıyor ise bir onaya ulaşır. Bu durum tehlikeli bir olguyu işaret eder. Çünkü o toplumsal zeminde doğru bir mutabakatın geliştirilmesini imkânsız hale getirecektir. Zaten, modern dünya ve onun türevi olan modern dünyanın dışında kalan dünyada da aynı benzer tutumlar, hatta modern dünyanın dışında kalan dünyada ise daha kötücül bir durum ön plana çıkmaktadır.
Siyasi bir tartışmaya, kişisel çıkara endeksleyerek katılmak ile toplumsal yararı dikkate alarak katılmak arasında ciddi bir fark söz konusudur. Çoğu kez ise bir uyanıklılık üzerinden kendi kişisel çıkarını toplumsal çıkar ile örtüştürerek propaganda diline sarılıp düşünceler veya aforizmalar üretilir. Bu da toplumsal çatışmayı derinleştirmekten öte bir işleve sahip değildir. Benzer bir tartışma dini alanda da geçerlidir. Toptan geleneği reddetmek ve buna dayalı olarak fıkıh ve kelam tartışmalarına çağdaş düşünce üzerinden katılmak ile modernliği olduğu kabul ederek, dini düşüncenin artık modern çağda yeterliliğini yitirdiğini söylemek benzer zeminlere sahiptir. Ve hiçbir yönteme dayalı bir zemine sahip olmadığı görülebilinecektir. Ya da modern düşünceye tam bir cephe aldığında, onun ürettiği bilgi ve yeni yaklaşımlar bir değerlendirmeye tabi kılınmadan reddedilmesi de benzer bir durumu işaret eder. Bu durum aynı zamanda karşı cepheye dinin yetersizliği propagandası için malzeme sunmayı içerir. O yüzden dinin mahiyetini doğru anlamak, çağda var olmanın mahiyetini doğru anlamak, mevcut zihni yapının mahiyetini doğru anlamak ve bunları doğru bir usul ve doğru bir muhakeme ile değerlendirmeye çalışmak yeni bir sosyal mutabakat için temel şarttır. Ümmet açısından da durum benzerdir; yani Müslümanlar, farklı mezhebi karakterlere sahip olabilir. Ancak ümmet olarak ortak ideallere, ortak ilkelere, ortak kulluğa ve ortak bir ahlaki yapıya sahip olmak zorundadır. Bunu sağlayacak olan ise mezhebi usul değil, din usulüdür. Usulü’ddin olarak terkip edilen yöntemi bilmeden dini bir meseleye dair doğru bir yaklaşım geliştirmek giderek zorlaşacaktır.
İşte, usul/yöntem, bilgi, düşünce ve eylemin niteliğini ve mahiyetini belirleyen temel belirleyendir. Dini bir usul yine dini dayanakları olan bir bilgi süreçlerinden hareketle inşa edilebilir. Dışarıdan bir etki ile dini bir usul oluşturulamaz! Ama ed din üzerinden oluşturulan bir usul üzerinden diğer bütün bilme süreçlerini doğru bir zeminde kurma imkân ve ihtimalini inşa eder. Tabi ki bu konuda bir müzakere ve çatışma yerine tamamlama ekseninde hareket etmek elzemdir.
Aklı önceleyen her yaklaşım, parçacı yaklaşımı da içerecek bir düzlemi inşa eder. Akıl, birden çok kişinin farklı zemin ve yaklaşımlar üzerinden farklı sonuçlar doğuracak bir çoğulculuğu içinde taşır. O çoğulculuğu bir arada tutacak bir bütünsel yaklaşım ise ancak o farklı akılları kendi parça özeliklerini aşan kapsayıcı bir bakış üzerinden bütünselliğe taşıma cehdi sayesinde gerçekleşir. İşte o bütünlüğü sağlayacak olan şey ise dinin kendisidir. İlahi din, kuşatıcı bir tanrısal irade tarafından insanlığa inayet ve rahmet olarak gönderilmiş bilgiye işaret eder. Bu durum, bütünselliğin nerede durduğunu ve aklın kullanım alanını ve şartlarının belirlenmesinde dinin nerede durduğunu anlamak için yeterli bir zemini işaret eder. Tümelden tikele ve tikelden tümele yöneliş(tümden geliş ve tüme varış), ancak ilahi bir bilginin sağladığı ufuk üzerinden doğru bir zeminde inşa edilerek hayat bulabilir. İşte o zaman, insanlığın bütününü kuşatan bir düşünce ve ilkelerin varlığı elde edilebilir. Barışın ikamesi içinde parça bütün ilişkisinde kapsayıcı bilginin varlığına şahitlik eden entelektüel bir zeminin varlığı şarttır…
YORUMLAR