Abdulaziz TANTİK

Abdulaziz TANTİK


Varoluşsal Sorunlar Karşısında İnsan

04 Mayıs 2025 - 19:06


Varlık, var olan ve varoluş olarak kategorik bir ayrıma tabi tutulur. Varlığın kendisi, üzerine tartışmalar yapılan bir olgu olarak öne çıkmaktadır. Teorik çerçeve içinde varlığa dair yeni yaklaşımlar geliştirilmektedir. Kadim kültür içinde varlık, tanrısal olanı da içerecek ve yaratılmış bütün varlığı kuşatan bir anlam dünyasına sahiptir. Varlık öncelikli bir yaklaşım öne çıkarılmaktadır. Ama modern düşünce bağlamında varlık olan ile sınırlandırılmış bir anlama tekabül ettirilmektedir. O yüzden mevcut olan varlığın kendisi olarak tanımlanmaktadır. Varlığın ne olduğunu ise özne/insan aklının doğa/varlığı tasviri olarak betimlemektedir. Varoluş ise var olanın indirgenmiş halinin getirdiği sorunlara bir çözüm arayışı olarak öne çıkarılmaktadır. Özellikle psikolojik, sosyolojik süreç içinde var oluş meselesi bilgi meselesi ile ilişkili olarak yorumlanmaktadır. Fenomenal yaklaşım üzerinden Husserl, yeni bir anlam kategorisi oluşturmaktadır. Bilinç, bilinçaltı ve bilinç dışı veya üstü olarak kabul edilen tutumun düşünce ve varoluşa getirdiği anlam derinliği ayrıca tartışmaya açık bir yapı arz eder. Martin Heidegger ise varlığa geri dönerek anlamı yeniden tartışmaya açmıştır. Ontoloji ve epistemoloji arasındaki gerilim modern düşünce açısından bir sorun alanı olarak durduğu gibi kadim düşünce diye kabul edilen modern öncesi düşünce ile de bir sorunsal alan oluşturmaktadır.

 
Şimdi varoluşsal sorunsal alan dediğimizde ne kastettiğimizi tam olarak işaret edecek bir açıklığa sahip olmamız gerektiği açıktır. O zaman mevcut düşünce biçimleri ve teorik çerçeveleri bir tarafa bırakarak, insan olarak ‘varoluşsal sorun olarak gördüğümüz şey ne olmalıdır’ sorusunun peşine düşmeliyiz. Bu noktada ise insanın tanımı ve onun kapsama alanını da dikkate alan bir yaklaşım geliştirilmezse varoluşsal sorun alanı muğlâk kalacaktır. Çünkü varoluşsal sorun insan ve diğer varlık türleri arasında da farklılık arz edecektir. İnsan, irade ve özgürlük sahibi bir varlık olarak yeryüzünde yaşamı şekillendiren ve etkileşim içinde kendi varlığını sürdüren bir özellik taşır. Mesele ise, yaşamın nirengi noktası olarak neyin kabul edileceği meselesidir. Salt insan ve yaşamı dünya hayatı ile sınırlı bir zeminde kabul ederseniz, ortaya çıkacak varoluşsal sorunlar farklı olacaktır. Dinin ifade ettiği gibi eğer dünya hayatı geçici ve ahiret hayatı/ ebedi hayat vardır ve insan bu dünya hayatını bir imtihan olarak yaşamak ile yükümlüdür diye bakıldığı zaman varoluşsal sorunlar farklılaşacaktır.
 
Bu noktada yaşam ve insan arasındaki ilişki kadar, yaşamın dünya ve ötesi olarak tanımlanması bakımından da varoluşsal sorunlar farklılık gösterecektir. Bu sadece varoluşsal sorunlar açısından değil, bilakis, anlam, adalet ve birlikte barış içinde yaşamak gibi temel meselelerde de farklılık arz edecektir. Modern bir bakış üzerinden meseleyi sadece olan ile sınırlandırarak bu konuda ortaya konan bütün düşüncelere eşit mesafede bir yaklaşım geliştirdiğimizde ise varoluşsal başka bir alana kaymakla karşı karşıya kalacaktır. Çünkü mesele, sözün söylenmesini yeterli görmeyi mümkün kılarak, her sözün vücuda getirdiği anlamı olumlayarak bakmayı zorunlu kılar.
 
Modern zihnin, insan, yaşam, varoluş ve sorunları üzerine bir yaklaşım geliştirmeye çalıştığında, din dışında veya dine dayansa da farklı biliş süreçlerini devreye alan düşünce biçimlerine dayandığı için varoluşa ve varoluşsal sorunlara yaklaşımları zaaf taşımaktadır. Anlam ve adalet duygusu da zedelenmektedir. Sabit ve değişken karşısındaki tutumları ise sorunlu olmaktadır. Din ise kuşatıcı bir bakış geliştirmekte ve insanların sorunları yanında çözüm noktalarını da açığa çıkarmaktadır.
 
Modern düşünce, insanı, varılan son nokta olarak ‘homo deus’ olarak betimleyerek onu ‘insan tanrı’ biçiminde temellendirmeye çalışmaktadır. Hariri bu ad ile bir kitap yayınladı ve bu kitap aynı zamanda nerede ise bütün kullanılan dillere tercüme edilerek büyük bir muhatap kitlesine ulaştırıldı. Farklı ülkelerde televizyonlarda söyleşi konuğu oldu. Farklı kitapları da Türkçede yayınlanmıştır. Kabaca, insan tanrı olan insanın yeryüzü macerasının bitmesi karşısında yeni önlemler alınması, uzay serüveni ve benzeri çözümler yanında nüfus azalmasına yönelmesi de tartışma konuları arasında yer almaktadır. Bir taraftan homo deus denirken, diğer yandan bazı insanların yok edilmesi tartışılabilinmektedir. Zaten bu konuda filmler, bilim kurgu yapıları vesaire de sürekli gündemleştirilmektedir. Meseleyi böyle ele aldığınızda varoluşsal sorunlarınız doğal olarak farklılaşmaktadır. Homo deus ise tıpkı aydınlanma felsefesinde sadece batılı olanların imtiyazı olarak kabulü ve diğer batı dışı toplumların ise sadece aydınlanmaya yönelik bir istek üzerinden yine batılı rehberleri tarafından kabul edildiğinde aydınlanabileceği gerçeği her zaman hissettirilmektedir.
 
O zaman eşitliğin ve adaletin tam olarak gerçekleşmesi için yaşam ve insan dışında kalan bir Güç tarafından ortaya konan bir anlam dizgesinin şart oluşu belirginlik kazanmaktadır. Diğer türlü eşitlik ve adaletin ikamesi mümkün görünmemektedir. İnsanın kendisine ait olmayan şeyleri bir sorun alanı olarak kabul etmesi ve çözüm arayışı tam bir sorunsal alan olarak öne çıkmaktadır. Bir insanın diğer insanlar hakkında karar verici olarak öne çıkması da aynı sorunu işaret eder. Adalet meselesi de benzer bir konumu ihtiva eder. Din aşkın bir kudret eliyle ve aşkınlık üzerinden indirilmiş bir bilgiye istinat ederek kendi varlık alanını imler. Nübüvvet ise aşkın bir seçilmişliği temsil ettiği için kararı normal bir insan kararı olmaktan çıkmaktadır. Bu durum adalet ve eşitlik bağlamında bir sorun oluşturmayı ortadan kaldırmaktadır. İnsanın aşkınsal boyutu zaten aşkın ile kurulacak bir ilişkiyi normalleştirmektedir. Her insanın ilahi kudret ile aşkınlık üzerinden bağ kurma imkân ve ihtimali bulunmaktadır. İrfan bu çerçevenin varlığının meşru zeminini inşa etmektedir. İnsanın ruh ile taltif edilmesi, ilahi kudretin bu ruhu kendisine nispet etmesi ve onu yeryüzünün halifesi olarak ilan etmesi de farklı anlamlar ile birlikte insanın sahip olduğu iradesinin neye tekabül ettiğini göstermesi açısından önemi büyüktür.
 
İnsan, yaratılmış diğer varlıklar gibi yaratılmış bir varlıktır. Ama insan aynı zamanda diğer varlık türlerinde olmayan iki temel özelliğe sahiptir: birincisi, irade, ikincisi ise özgürlüktür. Bu özgürlüğü sağlayan düşünme yetisi de ayrıca dikkate şayan bir şekilde idrake konu edinilmelidir. Düşünme yetisi aynı zamanda kendisine gönderilmiş bilgi ile doğru bir ilişki biçimi kurmasını sağlamada ve bu bilginin yaşama pratik izdüşümlerini doğru uygulamada kendisine öğretilmiş biçimi üzerinden sağlama imkânı sunmaktadır. Bu çerçeve içinde insanın dinamik bir yapıya sahip olması, çok katmanlı bir özelliği taşıması, çoğul karaktere haiz özelliği ile şartları yeniden inşa etme imtiyazını da taşıdığı gözlenmektedir. Yaşam dediğimiz olgu da çok katmanlı, hiyerarşik, dinamik, çoğul karakteri ile de insanın müdahil oluşuna zemin oluşturduğu gözlenmektedir. Evet, yaşam, insanın dokunamadığı alanlara sahip olmaktadır. Ama bu dokunamadığı alanlardan sorumlu tutulmadığı da kendisine bildirilmektedir.
 
Bu noktada insanın iyi ve kötüyü kendi mecrasında tutması ve eğilim olarak hem iyiye ve hem de kötüye aynı mesafede olması, insanın tutum ve davranışlarının sorumluluğunun niteliğini de göstermektedir. Bu çerçeve içinde insanın karşı karşıya kaldığı durum üzerinden sorumlu olmadığını, karşı karşıya kaldığı duruma yönelik geliştirdiği tepkiden hesaba çekileceği belirginlik kazanmaktadır.
 
O zaman varoluşsal sorun alanı olarak Yaratıcı Kudret olan Gücü/Allah’ı razı edip etmemek temel bir sorunsal alan olarak işlevselleştirilebilir. Çünkü insanın varlığı, varoluşu ve aşkınlığı aynı yeti üzerinden yaşaması, ilahi rızaya erişmesi ile kemal derecesine kavuşabilir. Bu bilgi, insanın ilahi rızayı eksene alan bir yaklaşım ve anlam dünyası kurmasıyla kendi kurtuluşu için gerekli olanı izah eder. İlahi rızaya erişmek için gereken şartlar ise ilahi rızaya taşıyan şartlar olarak teşmil edilir. Böylece insan, neyi niçin yaparsa yapsın değil, neyi niçin yapacağının temel ilkesi ilahi rızadır, olacaktır. İlahi rıza, hem yaşamı, hem ilkeyi, hem insanı ve hem de geleceği belirleyen temel bir parametredir. İnsanın temel hedefi ise bu ilahi rızaya erişmek olacaktır.
 
İlahi rıza ise yaşamın temel pratiğinde anlamın varlığını ve adaletin ikamesini şart koşar. Allah, insana göz, kalp ve duyma hassaları vererek anlamın ihtiva edeceği şartlarla mücehhez kılmaktadır. İdrak, akıl, deneyim ve duyuların bütünsel kavrayışı ile oluşur. Anlam idrake dayalı olarak varlık kazanır. İdrak, hem somut ve hem soyut bir zemini ihtiva ederek, insanın bütünlüğünü temsil eder. İşte anlam bu bütünlüğün doğru idrak edilmesi ile açığa çıkan bir olguyu işaret eder. Sahip olamadıklarımızdan hareketle bir başka Güç tarafından var edildiğimiz gerçeği aşikâr kılınabilir. Bu dünya ile sınırlı bir yaşamı inanç haline dönüştürdüğümüzde ise çok daha farklı ve derin sorunlar ile karşı karşıya kalırız. Örneğin, hem anlamın ve hem de adaletin varlığı anlamını yitirir. Ölüm sonrası diye bir şey yok ise bu hiçliğin çukurunda debelenmeyi zorunlu kılar. Bu yüzden insan, ölüm sonrasını kendisine bildirildiği gibi ve kendisine yüklenilen sorumluluğu/imtihan şuurunu hakikatli olarak gerçekleştirdiğinde vicdanı susar. Yoksa diğer her zeminde vicdan ayağa kalkar ve sürekli insanı rahatsız eder. Bugün tıpkı Gazze’de meydana gelen katliam ve soykırım karşısında inanan ve inanmayan her vicdan sahibi insanın vicdanı tarafından rahatsız edilmesi gibi…
 
İşte bu noktada adalet meselesi yerli yerine oturur. Çünkü dünya sonrası ve hesap verme duygusu, dünyada meydana gelen zulümlerin ve kötülüklerin yapanlar tarafından güçlerine dayanarak bir karşılık bulamasalar da çok daha Güçlü olan Güç/Allah tarafından cezası kesilecektir. Adalet hakkı ile yerini bulacağı için insan vicdanı karşılaştığı şeyleri daha rahat bir vasat/psikoloji üzerinden karşılayarak kendi tutumlarını sağlıklı bir zeminde ortaya koymaya haiz olabilir.
 
O zaman hem anlam ve hem adalet olgusu, aşkınlığın taşıdığı sonsuzluğun sağladığı zemin üzerinden insanın ve yaşamın taşıdığı dinamik ve çok katmanlı yapısını karşılarken, onun sahip olacağı idrak ve vicdani hassasiyetlerini de sahih ve sahici bir anlam üzerinden karşılayarak varlığını anlamlı kılabilir. Adalet ise, zaten kendi dışındaki bir anlam üzerinden verili olarak sağlanması zorunlu olan bir olguyu teslimiyet üzerinden gerçekleştirme zemini kuvvetlendirilir. Böylece, kişi adalete büyük bir istek ile katılır ve gerçekleştirmenin imkânlarını devşirir. Bu varoluşsal sorunların çözümünü de kolaylaştırır.
 
Yeryüzüne bakıldığı zaman insanların kahır ekseriyetinin şikâyet ettiği mesele, adaletin ikamesinde yaşanan sorunlardır. Adaletin ikamesi için gereken anlamın açığa çıkmasını sağlayacak olan düşünsel yapı da bir o kadar ehemmiyet kesbeder. Korkunun ecele faydası yoktur. Bu temel gerçeklik, yaşadığımız hayatın birçok yönden bizim dışımızda gerçekleştiği gerçeği sarsıcıdır. Ama bu sarsıcılık insanın daha makul ve sağlıklı bir düşünme yetisine kavuşması içinde elzemdir. Çünkü insan kendisini tanrı yerine ikame ederek her şeyi açıklayabileceğini düşündüğünde ortaya çıkan tablo son iki yüzyıldır pek olumlu olmamaktadır. Hatta insanlık tarihi boyunca hep tanrıcılık oynayan insanların, büyük yıkımların sebebi oldukları tarih kitaplarında ve dini metinlerde ifade edilmektedir. Meselenin kökeninde insanın kendi sınırlarını bilmesi, tevazu sahibi olmasını şart koşar. Sınırlar içinde sonsuzluğu taşıyan insanın kendisine tevdi edilmiş emaneti bu sınırlılık içinde koruyarak sonsuzluğun kapısını aralayacağını bildiğinde ve bunu inanç olarak kabul ettiğinde mesele çözüme kavuşacaktır. Sınırlarını bilen başkasının özgürlük alanlarını da kabul ederek yaşama katılır. Adalet bu sınırların korunması, başkalarının sınırlarının onlara sağladığı hakların korunmasını zorunlu kıldığını idrak ederek başlar. Anlam ise kendi yaratılışı kadar, yaratılmış varlığın sonsuzluğunu, kaotik zemindeki düzeni, her şeyin simetrik ve asimetrik olarak var olmasına rağmen, müthiş bir denge üzerinden yürüdüğünü gördüğünde açığa çıkacaktır. O zaman hamd ile hayatını sürdürecektir. İlahi rıza ise Hamd etmeyi ve sınırları muhafaza etmeyi zorunlu kılar. İlahi inayet karşısında hamd, ilahi büyüklük karşısında ise tevazuu sahibi olma ilahi rızaya taşır.
 
Bu noktada hamd eden bir kul, her şeyin ilahi inayetin eseri olduğunun şuuru üzerinden başkasına kul olmaktan özgürleşir, kurtulur. Bu kurtuluş onun özgürlüğünün teminatı olur. Çünkü temel ilke, başka ilahın varlığını yok kabul ederek sadece Allah’ın varlığını kabullenmektir. Bu özgürleşmenin teminatıdır. Allah-u Ekber, başka şeyleri put haline getirerek şirk kurulmasını engeller. Allah’a ortak koşmak en büyük kötülüktür. Ve insanın hüsrana uğrayışının teminatıdır. Bu yüzden, yaşamı, yaşamın ortaya çıkardıklarını, insanı ve insanın ortaya çıkardıklarını Allah’a ortak koşmak anlamın ve adaletin yok edilişini de beraberinde taşıdığı görülecektir. Tarih boyunca da böyle olmuştur. Bugün olan bitende bu durumdan başkası değildir. O zaman varoluşsal sorunların başında Kudret sahibi olan Allah’a ortak koşmak gelmektedir. Varoluşu sorunsal alana dönüştüren bu durum kurtulması gereken bir olgu olarak insanlığın önünde kıyamete kadar duracaktır. Bu aynı zamanda imtihanın en çetin olanını işaret eder.
 
İnsanın, müslim/teslimiyeti, mümin/güven duygusunun coşkusunu, muhsin/Allah’ın seni gördüğünün bilinci ile hareket etmeyi, muhlis/dünyevi ve nefsi bütün hastalıklardan azade olarak tam bir arınmışlık ile ilahi rızaya açık olma halini kendi bütünlüğü içinde yaşadığı zaman, birbirini besleyen olgular olarak öne çıkar. Kişiyi kemale doğru yolculuğunda besleyerek onun anlam dünyasını zenginleştiren unsurlar olarak adalet sahibi biri olarak varlık kazanmasını mümkün kılar. İnsanlar ile barışık bir yaşamın imkânına dönüşür.
 
Bugün insanların yaşadığı varoluşsal sorunlarını koyulaştırarak çözümsüzlüğe doğru sürüklemelerinin temel sebebinin din ile sorunlu bir ilişki kurmaları ve dini bilginin ve öğretinin yetersizliğini peşinen kabulüdür. Habermas gibi filozoflar bile modern düşüncenin din ile ilişkisinin sağlıksızlığı yüzünden anlam sorunu yaşadığını ve ahlaki bir yapıyı inşa etmede çaresiz kaldığını beyan etmektedir. Ama daha temel sorun ise; müslüman dünyanın entelektüel ve aydınlarının modern düşüncenin etkisi altında bu varoluşsal sorunlara çözüm arayacağım derken, çözüm olabilecek bir imkânı berhava etmeleri ve modernliğin sağladığı zihni yapı üzerinden din ile kurulan yanlış ilişkiyi sürdürme çabalarının son iki yüzyıldır bir çözüm sunamadığını da idrak edememektir.
 
“Tanrı’ya inanmak, ‘hayatın anlamı’ nedir sorusunu anlamak demektir. Tanrı’ya inanmak, dünyanın olgularının, meselenin sonu olmadığını görmektir. Tanrıya inanmak demek, hayatın bir anlamı olduğunu görmek demektir. Dua etmek, hayatın anlamı üzerinde düşünmektir.”
 
(Ludvig Wittgenstein- Notlar 1916) Bu tarz doğru yaklaşımlar modern zihin tarafından ideolojik karakteri ve sermaye gücü tarafından hep dışlanmış ve hayatın mottosu olma imtiyazını elinden almıştır.
 
Modern düşüncenin ürettiği varoluşsal sorunların modern düşünce tarafından çözüme kavuşturulamayacağı yeni eğilimlerinden belli olmaktadır. Trans hümanizm ve post hümanizm üzerinden yeni eğilimlerini açık etmektedirler. Toplumsal cinsiyet meselesi de bu çerçeve içinde tanımlanabilir. O zaman yeniden iman ve dine dönüşün sağlanması, ama bu dönüşü kendi otantik dinamik yapısı ve usulü üzerinden gerçekleştirmeyi zorunlu kılmaktadır. Sorunlar her zaman olacaktır. Burası ‘darul imtihan/imtihan dünyasıdır. Ama her zaman her sorunun bir çözümü de bizatihi yaşamın sahibi olan Allah tarafından açık bir şekilde insanlara bildirilmiş ve öğretilmiştir.
 
Not: bu yazı Ocak Nisan 2025 Cilt 7 sayı 1 toplumsal değişim dergisinde yayınlanmıştır.
 

Reklam

YORUMLAR

  • 0 Yorum