Adem DOĞANTEMUR

Adem DOĞANTEMUR


Aynadaki Hakikat

16 Ocak 2025 - 21:49

Bütün gitmeler gelmek, gelmeler de gitmek için değil midir? Hem biliyoruz ki her şey bir gün mutlaka aslına döner. Bu nedenle de her geçen yıl toprakla aramızdaki benzeşmenin arttığını yüz hatlarınızdan bile fark edersiniz. Bunu anlamak için aynaya bakmanız yeterli olacaktır.

Ben de öyle yaptım ve aynaya baktım dün gece. Bir şeyler anlatmak istiyor gibiydi ama yutkunuyordu. Sadece bakıyordu, mahcup ve üzgün. Sanki ağaran saçlarımı işaret ediyordu. Ya da alnımdaki yorgunluk izlerini…

Bir tel kopardım saçıma düşen aklardan ve sitem ettim sessizce haykırarak: “Neden yüzüme vuruyorsunuz ki sonbaharın geldiğini hayatıma. Ve raks ettiğini hazan yapraklarının rüzgârla…”

Sonsuzluğa daldım bir an ak saçımın gizemli dünyasında. Sanki unutmuştum bir gün kapımı çalacağını. Belki de hatırlamak istemiyordum!

Aslında benim isyanım; ne ağaran saçlarımaydı, ne rüzgârda uçuşan hazan yapraklarına, ne de tükenip giden ömrüme… Ben; yalnızca nefes alıp vererek, yaşam taklidi içinde beyhude geçen yıllarıma acıyordum…

Adını sadece şiirlerde duyduğum, annemin peri masallarında anlattığı mutluluk hülyalarıma üzülüyordum. Dolu dolu yaşayamadığım, sevinmenin sevincini tatmadığım, vuslatın lezzetini anlayamadığım senelere hayıflanıyordum. Bir katrecik gülümsemeye hasret kalıp tüm özlemimi içime gömerek; belki bir gün, belki bir gün diyerek hep yolunu gözlediğim, bakışlarında kendimi yitirip kollarında hayat bulacağım, sükûnetin gizemli sessizliğinde aşkın şarkılarını söyleyeceğim bir yâren ve sırdaş bekleyerek ve bir gün onu bulabilmenin ama yine onun âhu gözlerinde kaybolmanın umuduyla tükenen günlerime hüzünleniyordum…

Takatimin tükendiğini hissettim, hayat yolculuğunun dik basamaklarına tırmanmaya çabalamaktan. Sonuna yaklaştıkça merdivenlerin, buruk bir duyguyla dönüp baktım geriye. Çocukluğuma ve oradan da dağların eteğindeki köyüme kadar uzandım uzun ve ince bir yoldan. Hicranla yâd ettim kara lastik ayakkabılı günlerimi. Keçilerin peşinden koştuğum, meralarda koyun otlattığım küçüklüğümü…

Ardından tarifi imkânsız, hüzünlü bir özlem kapladı tüm benliğimi… Yaylalarımı özledim kıl çuldan otağlar içinde. Gaz lambasıyla aydınlanan oba çadırlarını, toprak üstüne döşek sermeyi, yağmur yağdığında sırılsıklam ıslanmayı özledim. Oğlakları anneleriyle buluşturmayı, kazanlarda yoğurt mayalamayı özledim. Rüzgârlı tepelerde kıpkırmızı olmayı; kayaların duldasında ceketime sarılırken, güneş altında yanmayı özledim. Akşam olduğunda melemesini özledim kuzuların, sabah annelerine koşmalarını…

Çam dalından sapan, katran ağacından gölgelik yapmayı, elimde kuş lastiği avlanmayı özledim. Sonbaharda su içmeyi kurumuş yapraklar altından, şırıl şırıl akan derelerde yüzümü yıkamayı özledim. Üzüm koparmayı ağaçlara tırmanan asmalardan, ormanların sessizliğinde mantar toplamayı özledim.

Kış günü titremeyi dağlarda, kar yağarken ardıç ağaçlarının duldasını özledim. Peynir ekmekle dürüm yapmayı, ateş yakıp ayaklarımı kurutmayı özledim. Akşamın eve dönüşünü davarların peşinden ve annemin sıcacık tarhanasını özledim…

Ocaklıkta ısınmayı alevlere bakarak, hem de çıra aydınlığında aile sohbetini özledim. Sabah olduğunda pencereden izlemeyi lapa lapa kar tanelerini… Hiç bir şeyim yokken her şeye sahip olmanın, yoklukta varlığı yaşayabilmenin özlemini özledim. Kısacası küçücük dünyamı özledim. Ben, özlemeyi özledim…

 

Reklam

YORUMLAR

  • 0 Yorum