Reklam
Abdulaziz TANTİK

Abdulaziz TANTİK


MÜSLÜMANCA DÜŞÜNMEK İÇİN TEORİK BİR ZEMİN… (2)

05 Ağustos 2025 - 11:51

Episteme/biliş süreci ve bilgi zemininde aklını kendisine gönderilmiş bilgiye göre çalıştırarak kendi istikametini bulması istenen insanın, ancak gönderilmiş bilgiyi, bilgiyi alan bir resul aracılığı ile öğrenmektedir. Nübüvvet, iki farklı kategorik ayrımı yine nübüvvet üzerinden orta bir noktada buluşturulan tecrübe ile vahyin insan zihnine indirilmesi ve bir bilgiye dönüşmesi sağlanmıştır. Burada bilginin kendisi kadar bilginin ifade ettiği alanlar ve bu alanların temel ilkeler üzerinden idrak edilmesi meselesi gündeme gelecektir. Dolayısıyla din/İslam Allah’a aidiyeti tartışılmaz oluşu kadar onun anlaşılması da ancak ilahi inayet üzere gerçekleşebilecektir. Nübüvvet ve onun uygulamalarının örneklik ve temsiliyet kesbetmesinin ardında yatan temel gerçeklik de budur. Din, akli bir zeminde kalarak yorumlanabilecek bir statüyü tanımaz ve taşımaz! Tabi ki gönderilmiş her ayet bu zeminde işleve sahip değildir. Ama anlaşılabilir olan ayetler aynı zamanda beşeri tecrübeye dâhil olmuş anlatıları içermektedir. Emir ve yasaklar ile gaybe dair yaklaşımlar ise kendiliğinden insan zihninin idrak edebileceği durumlar değillerdir.

 
Nübüvvet, insan ve Allah arasındaki irtibatın ve iletişimin olmazsa olmazı olarak öne çıkmaktadır. Gönderilmiş vahyin takva sahibi insanlar için bir hidayet/gösterici bir özellik taşıdığı vurgusu da gözlerden uzak tutulmamalıdır. Takva, kişinin iyiye yönelik eğiliminin yaşamda temel bir ilke olarak varlık kazanmasına matuf bir iradeye sahip olmanın kendisidir.
 
Epistemik zeminde ise; insan, vahyin bilgiye dönüşmesi için onun Elçi tarafından tecrübe ile kendisine öğretmesi ve onu örnek alarak uygulamaya dönük bir ilgiyi taşımasıdır. Yani iman amel bütünlüğünü idrak etmektir. O yüzden vahyin kendisi salt olarak bir bilgi düzlemine indirilmesi, onun elçi üzerinden insana açıklanması ve onun dili ve zihni üzerinden ona aktarılmasının sağlandığı gerçeğini dikkatten kaçırmamak elzemdir. Kuran bilgi olarak insana gönderilmesinde bir nüzul yaşamakta ve bu nüzul peygamberin olağanüstü halini yaşamasına vesile olarak bilgiye dönüşerek insana hitap etmektedir. O yüzden o anlama havidir. Anlam ise kişinin kendisini o şeye açık halde tutmasını zorunlu kılar. Yani vahyin anlaşılması, kişinin beşeri boyutunu bir tarafa bırakarak kendisine ne söylendiği konusunda bütün dikkatini vererek onu idrak etmeye yönelmesini zorunlu kılar. O yüzden o bilgi beşer havsalası içinde yeniden anlam kazandırılamaz! Yani beşeri hiçbir çaba din olarak inşa edilemez! Bu mesele müslümanca düşünmek için temel şarttır.
 
Epistemenin en temel özelliği ise muhkem ve müteşabih ayrımını tam olarak idrak etmeyi insana bir sorumluluk olarak yüklemektedir. Kuran kendisini tanımlarken muhkem ve müteşabih kavramlarını kullanır. Ve muhkemin kesinlik ve herkes tarafından öğrenilebileceğini belirtirken, müteşabih olanın Allah ve O’nun izin verdiği muttaki âlimler tarafından bilinebileceğini işaret etmektedir. İnsanın bu alandaki bilgisi, tabi ki yeterli değil, kendisine lütuf olarak verilen kadar ile sınırlıdır. O yüzden Allah dışında mutlak anlamda müteşabih alanda kesin bilgi sahibi kimse yoktur. İnsan açısından da bu alan çoğulcu bir yaklaşımı içermekte ve bu konuda sorumlu tutulmayacaktır. Ama kendi bakışını dayatma aracı kılmamak şartıyla…
 
Farklılıklar ise yaşamın ve varlığın kategorik olarak farklılığa dayalı yapısına cevap bakımından önemlidir. Bu yüzden zaten icma temel bir ilke olarak öne çıkmaktadır. Yani İslam düşüncesindeki çoğulculuk, farklı kategorik yaşam ve varlık kategorilerini karşılamak için gerekli olduğunu bilen bir Rabbin insana merhametine dayanır. O yüzden Kuran muhkem ve müteşabih kavramlarını kullanır. Muhkem, kesinleşmiş alanı ve sınırları belli olan hükümlerdir. Müteşabih ise alanı geniş ve düşünmeye açık, farklı şartlar eşliğinde farklı sonuçlar doğuracak bir özelliğe sahip oluşunu işaret eder. Herhangi bir kavramın kullanıldığı cümle, paragraf ve metin içinde sürekli yenilenerek varlık kazandığı dikkate alınırsa mesele açıklığa kavuşur. Mezhepler arasındaki farkı da bu düzlemde ele almakta yarar var. Her hükümde insanın tam olarak uyması gerekeni ile onun kendisine bırakılmış alanları dikkatle, ayrımını kavrayarak hareket edildiğinde müslümanca düşünmeye yönelmek mümkün olacaktır.
 
Bu noktada İcma’nın belirleyiciliği ile ‘subuti kati ve delaleti kati’ durumlar ile zannı galip oluşturan olgular arasındaki ayrımı dikkatten kaçırmadan bilgi meselesini doğru bir zeminde düşünmek kolay olacaktır.
 
Eylemlilik için ise iki temel yaklaşım öne çıkar; birincisi, asla kendi çıkarını, bencilliğini, isteklerini kişisel ihtiraslarını öncelememelidir. Bunun için gereken temel şart; niyet olarak belirlenmiş ve bu niyet; sadece ilahi rıza öncelikli bir eylemliliği içermektedir. İkinci şart ise, yaptığı her şeyi ilahi rızaya uygun olmasını niyet olarak koruduğu gibi kendisi için benden bize doğru bir yürüyüşü de sürdürmesini zorunlu kılar. Yani kendi kardeşleri, diğer varlıklarla ilişkilerde onların haklarını ve yeryüzüne silm/güven/barışın ikamesini sağlamak için gerek şarttır. Kendisini feda eden kişi, kendisi olmaya yönelmektedir. Çünkü insan, kendi dışındaki varlıklar ve yaşam koşullarını kolaylaştırdığı sürece kendisinin insanlığa yönelmesini mümkün kıldığını tecrübe ile öğrenir.
 
Birincisi ilahi rızadır ki bu müminin özgürleştirilmesini mümkün kılar. Böylece mümin ilahi rızaya olan bağlılığı ile diğer bütün beşeri arzu ve isteklerden azade olmayı mümkün kılar. İkincisi ise, isar da denilen kişinin kendisi aç iken başka bir aç insana kendi elindekini yemesi için vermesidir. Yani başkasını düşünmeyi eksene alan bir yaklaşımı içermesidir. Bu iki temel ilke, kişinin eylemlerinin istikametini doğru bir zeminde kurmasını mümkün kılacağı gibi yeryüzünün selam yurduna dönüşmesinin de zeminini inşa eder.
 
Müslümanca düşünmek bu şartları yerine getirme çabalarına bağlı olarak kişide meydana gelecek bir özellik taşımaktadır. Hiçbir çaba ve gayret olmadan bir başarı elde edilemeyeceği gibi her başarı ve çaba da ilahi inayet olmadan bir sonuç alıcı olguya dönüşmeyebilir. Bu temel gerçeği dikkatten kaçırmadan çaba ve gayrete yönelmek ve ilahi rızayı eksene alarak ‘beklentisizlik üzere bir hayatı yaşamak mümkün hale gelecektir.
 
Beklentisizlik ise, kişinin yaptığı iş için bir beklentiye girmeden yapması ve otantik hali içinde o varlığın hakkı olarak onu gerçekleştirdiği hissiyatı ile ilişkili bir durumu içermektedir. Allah’ın varlığı, kudreti, büyüklüğü, güzelliği, gücü ve rahmeti üzerinden Rabbe karşı yaptığı her şeyi O’nun fazlasıyla hak ettiği bir düşünce üzerinden yapmak beklentisizliği de garanti ve kararlı bir hale dönüştürür.
 
Müslüman olma hali, her şeye hak ettiği karşılığı verme çabası ve bunu gerçekleştirme zemininde boy verir. Bir adım ötesi ise müthiş bir merhamet ile varlığa yaklaşarak onu estetik bir kaygı ile karşılamak ve ona göre davranışlar geliştirmektir. Mesele ise hak ettiğini almanın temel koşulu hak edilene hak edildiği biçimi ile ve onu estetik bir zemine taşıyarak karşılık vermeyi başarmaktır…
 
Abdulaziz Tantik
 

Test yayın
Reklam

YORUMLAR

  • 0 Yorum