AŞKA DAİR...

Sedat Memili

AŞKA DAİR...

Sevgi, öfkeyle haykırdı: “Senden nefret ediyorum!”
Nefret içten bir fısıltı ile: “Ama ben seni seviyorum.”


Eros’u Aşk Tanrısı bilirdik. Öyle öğrettiler bize; melekler kadar güzel o çocuksu haliyle elinde ok... Kalplere nişan alırmış.

Ben de öyle sanırdım. Her ne kadar çocuk kılığındaki bu tanrının, benim aşklarım ile ilgisi yoksa da zararı da yoktu. Çocuk kılığındaki Aşk Tanrısı tüm sevimliliği ile bellek çöplüğümde durmaktaydı; 14 Şubat’a meraklanmasaydım... Yine de öyle duracaktı.

Eros ilk olarak “İşlenmemiş kaba bir taş” olarak yer etmiş insan belleğine.
Rodin, işlenmemiş bu taşı yüzyıllar sonra görecek ve sakladığı anlamları ortaya çıkaracaktı.
Bu taşı başkaları da görecekti.
Ama, aşkın, işlenmemiş bir kaba bir taş olduğuna itiraz eden yok muydu? Elbette vardı.
“Aşk tanrısı Eros Tanrı bile değil, O yoksulluk ve çarenin birleşmesinden doğmuştur ve aşk anlamlı karakterlerini bu ikilinin akrabalığına borçludur...” demiş Sokrat’ın hocası Diotime.
Diotime, yoksulluğu bizim tanışık olduğumuz “fakirlik” olarak düşünmüyor. O yoksulluğu “yokluğu çekilen şey” olarak tanımlamakta. Sonuç olarak diyor ki; “...Yokluğunu çektiği şeyin arayışında olan aşk, amacına ulaşmanın çaresini daima bulur.”
Aşk tanımının sonsuz sayıda olmasının nedeni buradadır.
Dünyada insan sayısı kadar “yokluğu çekilen nesne” vardır.
Yaşamını, sivrisinek kanatlarındaki desenleri anlayıp tanımaya adamış insanlar gördüm. En büyük aşkı bir sivrisineğin kanadında değişik bir desen görmek...
Bu arkadaşıma göre aşkın tanımı; farklı sivrisinek kanat deseni keşfetmektir.
Böyle bir deseni keşfetmeye duyulan aşk, Kuzey Kutbunu keşfetmeye duyulan aşktan farklı mıdır? Zannetmiyorum. Belki Grahamm Bell’in ilk “Alo” sesini duyduğu coşku ile, ilk deseni keşfetme aynı aşk duygusunda kesişmekteydi.
Aşkı ister “kaba ve işlenmemiş bir taş” olarak görün, isterse yoksulluğu gideren bir çare; her iki halde de temel unsur arayıştır. Arayış içermeyen bir aşk olamaz.
Öyleyse sevgililer gününde, küçük bir hediyeye endeksli duygular, hangi aşk denizinin hangi kıyılarında durur? Bilmiyorum.
Bildiğim tek şey aşka ihanet edildiğidir.
Belki de bir “günah çıkarma”, “günahtan arınma” dır Sevgililer günü.
Eflatun Şölen adlı kitabında “Tanrı, otoritesinin sarsılacağı korkusuyla aşkı yaratmıştır” der.
Bu görüş doğru olabilir.
Aşkın, temel unsuru arayış olduğuna göre, insanlığın ilk buluşu ihanet, ikinci buluşu aşktır. Gerçekte aşk ile ihanet birbiriyle o kadar iç içe ki, ayırt edilmesi çok zordur.
Âdem ile Havva, birbirlerine âşık oldukları için mi ihanet etmişlerdi, ya da aynı ihanet odağında buluştukları için mi birbirlerine âşık olmuşlardı?
Tanrının ihanet saydığı bu eylem, insanlaşma sürecinin başlangıcıdır.
Tanrı kıskançtır. Benim tespitim değil; Eski Ahit öyle yazıyor. Yarattığı insanların kendinden başka bir varlığa âşık olmalarını istemez. Eğer aşkı yarattıysa, kendine âşık olma olasılığını da düşünmüş olmalı.
Aşk, Tanrının penceresinden bakılınca ihanet gibi görülüyor; oysa insanın penceresinden aşk, insanlaşmadır. İhanetle karşılaşmamış bir aşk, varlığı ve gerçekliği sınanmamış bir aşktır.
İçinde ihaneti barındırmayan bir aşk, arayıştan da yoksun olacağı için aşk değildir. 
Aşkı, sadece kadın ile erkek arasındaki duygusal ilişkilerle sınırlamak, aşka ihanetin en büyüğüdür. Arkadaşımın sivrisinek kanatları, ya da Pasteur’ün lam üzerinde oynaşan mikro biyolojik canlılar karşısında hissettikleri aşk değilse; dünya da aşk yoktur.
Yaşamımızda aşık olmak için sonsuz neden vardır. Nefret etmek için de...
İşlenmemiş kaba bir taşı, “Düşünen Adam” haline getiren Rodin’ler de vardır dünyamızda, o kaba taşı, parçalara ayırıp, bir sopanın ucuna takarak silah yapanlar da... Bir kelebeğe baktığı zaman, hayranlıkla uçmasını seyredenler olabildiği gibi, onu kurutup sadece kişisel zevkini tatmin için büfesinde saklayanlar da ...
Nefreti doğal karşılayabilirim, ihaneti de... İkisi de masumdur.
Ama duyguların takvime bağlanması ve ticari bir mala dönüştürülmesi nefretimi bile hakketmeyecektir.