Yeni Dünya Düzeninde Jeopolitik Dengeler
Yeni Dünya Düzeninde Jeopolitik Dengeler
Dr. Murat ONARAN21. yüzyılın ikinci çeyreğine girerken uluslararası sistemin temel dinamikleri, tek kutuplu dünya düzeninden çok kutuplu bir jeopolitik dengeye doğru evrilmektedir. Amerika Birleşik Devletleri’nin Soğuk Savaş sonrasında inşa etmeye çalıştığı küresel hegemonya, artık yalnızca askeri ve ekonomik araçlarla sürdürülememektedir. Çünkü uluslararası sistemde yalnızca güç dağılımı değişmemekte, aynı zamanda meşruiyetin felsefi temelleri de sorgulanmaktadır. Gücün hangi ilkelere dayanarak kullanılacağı, hangi eylemlerin uluslararası hukuk ve ahlak açısından kabul edilebilir olduğu sorusu, günümüz dünyasında daha belirgin bir şekilde öne çıkmaktadır. ABD’nin Venezuela politikası ve ABD–İsrail–Rusya üçgeninde gelişen stratejik ilişkiler, bu dönüşümün güncel örnekleri olarak karşımıza çıkmaktadır.
Venezuela özelinde yaşanan gelişmeler, Amerikan dış politikasının tipik bir yansımasıdır. 2 Eylül 2025’te Karayipler’de gerçekleştirilen saldırıda, ABD savaş uçakları Venezuela bağlantılı bir tekneyi hedef almış ve 11 kişi öldürülmüştür. Bu saldırı, Amerikan yönetimi tarafından “narco-terör” tehdidine karşı meşru müdafaa olarak sunulmuş, fakat uluslararası hukuk çevrelerinde ciddi bir tartışma yaratmıştır. Çünkü güç kullanımı, yalnızca askeri üstünlük sağlama amacını değil, aynı zamanda ahlaki ve hukuki gerekçeleri de içermek zorundadır. Felsefi açıdan bakıldığında burada karşımıza çıkan sorun, devletlerin şiddet tekelini hangi koşullar altında meşru bir şekilde kullanabileceği meselesidir. ABD’nin operasyonu, “önleyici savaş” doktrini çerçevesinde yorumlanabilir; fakat önleyici savaşın kendisi, uluslararası düzenin istikrarsızlaşmasına yol açan bir açmaz olarak görülebilir. Bu bağlamda, güç ile meşruiyet arasındaki gerilim, Venezuela örneğinde yeniden gün yüzüne çıkmıştır.Washington yönetimi, yalnızca bu operasyonla yetinmemiş, Karayipler’de 7–8 savaş gemisini, bir nükleer denizaltıyı ve 4.500’den fazla askeri konuşlandırarak bölgedeki varlığını artırmıştır. Ayrıca Puerto Rico’ya 10 adet F-35 savaş uçağı gönderilmiştir. Bu hamleler, yalnızca “suçla mücadele” amacıyla açıklanamayacak kadar geniş kapsamlıdır. Aslında burada stratejik bir hegemonya politikası söz konusudur. ABD, Latin Amerika’da kendi nüfuz alanını yeniden inşa etmek istemekte, bu amaçla da askeri gücü bir tür siyasi mesaj olarak kullanmaktadır. Felsefi açıdan bakıldığında bu yaklaşım, klasik “güç politikası”nın (Realpolitik) tipik bir yansımasıdır. Ancak Realpolitik’in sınırları vardır: güç, kısa vadede etkin olabilir fakat uzun vadede ahlaki meşruiyet ve uluslararası işbirliği olmaksızın sürdürülemez. Bu nedenle ABD’nin Venezuela üzerinden yürüttüğü müdahaleci strateji, Latin Amerika’da Amerikan karşıtlığını güçlendirmekte, alternatif blokların doğmasına zemin hazırlamaktadır. Venezuela lideri Nicolás Maduro’nun tepkisi de bu bağlamda dikkate değerdir. Maduro, saldırıları “rejim değişikliği amacıyla yürütülen bir provokasyon” olarak nitelendirmiş, halkı “silahlı direnişe” davet etmiş ve sivil milisleri seferber etmiştir. Bu tepki, yalnızca askeri bir karşı koyma çabası değil, aynı zamanda ulusal meşruiyet arayışının bir göstergesidir. Çünkü uluslararası sistemde zayıf devletler, askeri kapasite açısından güçlü aktörlerle rekabet edemeseler de, meşruiyet retoriği üzerinden uluslararası destek arayabilirler. Burada felsefi olarak karşımıza çıkan mesele, “direniş hakkı” kavramıdır. Halkların kendi kaderini tayin hakkı ile uluslararası müdahaleler arasındaki çelişki, modern siyasetin en tartışmalı alanlarından biridir. Venezuela örneği, bu çelişkinin güncel bir tezahürü olarak değerlendirilebilir.
Bu bölgesel gelişmeler, daha geniş bir küresel bağlamda okunmalıdır. Çünkü ABD’nin Venezuela politikası, aynı zamanda yenidünya düzeninde güç dağılımı mücadelesinin bir parçasıdır. Çin, Şanghay İşbirliği Örgütü ve BRICS üzerinden “Global South” vizyonunu yaygınlaştırmakta; hegemonik bir güç yerine çok taraflı bir liderlik modelini savunmaktadır. Bu yaklaşım, felsefi olarak “çok kutupluluk” paradigmasına dayanmaktadır. Çok kutupluluk, yalnızca güç merkezlerinin çoğalması değil, aynı zamanda normatif değerlerin çeşitlenmesi anlamına da gelir. Yani dünyada artık tek bir uygarlık modelinin dayatılması yerine, farklı kültürlerin ve politik yapıların eşit aktörler olarak kabul edilmesi gerektiği fikri güç kazanmaktadır.
Rusya da bu yeni düzen arayışında merkezi bir rol oynamaktadır. Moskova yönetimi, “Greater Eurasia” stratejisi ile Batı’ya karşı alternatif bir bloklaşma arayışındadır. Bu strateji, Avrasya kıtasını yalnızca coğrafi bir alan değil, aynı zamanda çok kutuplu düzenin omurgası olarak görmektedir. Putin’in İsrail ve İran’a barış teklifleri sunması, Rusya’nın yalnızca askeri bir güç değil, aynı zamanda diplomatik bir dengeleyici aktör olma iddiasını yansıtmaktadır. Bu durum, “denge siyaseti” kavramını yeniden gündeme getirmektedir. Uluslararası ilişkilerde denge siyaseti, tek bir gücün diğerlerine hâkim olmasını engelleyen en önemli ilkelerden biridir. Rusya’nın mevcut pozisyonu, Batı’nın tek taraflı dayatmalarına karşı bir “denge unsuru” olma iddiasını ortaya koymaktadır.
İsrail ise bu yeni düzende daha pragmatik bir yaklaşım sergilemektedir. Washington ile stratejik ittifakını sürdürürken, Moskova ile de dengeli bir ilişki yürütmektedir. 2025 yılında İsrail’in bazı BM oylamalarında Rusya’ya yakın pozisyonlar alması ve Netanyahu ile Putin arasındaki temaslar, İsrail’in çok yönlü bir dış politika arayışı içinde olduğunu göstermektedir. Bu pragmatizm, İsrail’in bölgesel güvenlik endişeleri ve uluslararası sistemdeki kırılganlıklar karşısında esnek kalma çabasını yansıtır. Ancak felsefi açıdan bu tür bir pragmatizm, “etik çıkarcılık” tartışmalarını beraberinde getirir. Yani devletler, çıkarları için etik ilkeleri ne ölçüde göz ardı edebilirler? İsrail’in ABD–Rusya dengesi üzerinden yürüttüğü diplomasi, bu sorunun güncel bir örneğidir.
Bunun yanında ABD, İsrail ve Katar üçgeninde yaşanan son gelişmeler, Ortadoğu’daki güç dengelerinin yeniden şekillenmesine işaret etmektedir. Uzun süredir Hamas ile doğrudan temas kurabilen ve arabuluculuk rolüyle öne çıkan Katar, özellikle Doha’daki görüşmeler ve diplomatik girişimlerle bölgesel krizlerin merkezinde yer aldı. Ancak 2025 Eylül ayında Doha’da gerçekleşen ve Hamas liderlerini hedef aldığı bildirilen İsrail saldırısı, bu düzeni sarsmış ve Katar’ın “tarafsız arabulucu” kimliğini tartışmaya açmıştır. Olay sonrası ABD ile Katar arasında savunma işbirliğinin derinleşmesine yönelik görüşmeler hız kazanmış, Washington’un Doha’ya verdiği stratejik önem daha görünür hale gelmiştir.Katar’ın Hamas ile uzun süredir sürdürdüğü temaslar, Doha’yı hem Batı’nın hem de Filistinli aktörlerin vazgeçilmez buluşma noktası yapmıştı. Ancak İsrail’in Doha’daki saldırısı, Katar’ın bu rolünü zayıflatmış ve bölgesel diplomaside ciddi kırılmalar yaratmıştır. Olayın ardından ABD yetkilileri hızla Doha ile temaslarını artırmış, ABD Dışişleri Bakanı’nın Katar ziyareti ve savunma anlaşması görüşmeleri medyaya yansımıştır. Bu gelişmeler, Washington’un hem askeri hem diplomatik düzeyde Katar üzerinden yeni bir strateji inşa ettiğini göstermektedir. ABD’nin Katar üzerinden yürüttüğü stratejinin birkaç temel amacı bulunmaktadır. Öncelikle Washington, Doha’yı arabulucu olarak korumak ve Hamas ile doğrudan temasın siyasi maliyetini azaltmak istemektedir. Ayrıca Katar’da bulunan Amerikan askeri üsleri, ABD’nin bölgedeki operasyonel esnekliği açısından kritik bir öneme sahiptir. Savunma anlaşmasının derinleştirilmesi, ABD’ye hem lojistik avantaj hem de stratejik nüfuz kazandırmaktadır. Bunun yanında Washington, İsrail’in yürüttüğü askeri baskıyı diplomasiyle dengelemek, yani bir yandan sahada güç kullanılırken diğer yandan müzakere kapısını açık tutmak niyetindedir. Bu yaklaşım, realist dış politika anlayışıyla uyumlu bir “çifte kanatlı strateji” olarak okunabilir.
İsrail açısından bakıldığında ise temel amaç, Hamas’ın uluslararası bağlantılarını ve komuta-kontrol kapasitesini kırmaktır. Doha’daki saldırı gibi eylemler, İsrail’in Hamas’a gözdağı verme ve diğer bölgesel aktörlerin Hamas’a alan açmasını engelleme çabasının bir yansımasıdır. Ancak bu tür adımlar, İsrail’in kısa vadeli güvenlik çıkarlarını korurken uzun vadede diplomatik maliyet yaratma riski taşımaktadır. Katar ise büyük oyun içerisinde “küçük ama etkili aktör” olma stratejisi izlemektedir. Zengin doğal gaz gelirleri ve küçük nüfusuyla, Doha arabuluculuk üzerinden küresel meşruiyet kazanmıştır. Ancak Hamas ile ilişkiler nedeniyle bu statü kırılgan hale geldiğini söyleyebiliriz. İsrail’in saldırısı Katar’ın aracılık kapasitesini sorgulatmış ve Doha’nın tarafsız imajını ciddi biçimde zedelemiştir. Bu durum, Katar’ın hem iç güvenliğini hem de uluslararası itibarını yeniden dengelemesini zorunlu kılmaktadır. Felsefi açıdan bu süreç, uluslararası ilişkiler teorilerinin sahada nasıl ete kemiğe büründüğünü göstermektedir. Realist perspektife göre ABD, İsrail ve Katar’ın eylemleri güç ve çıkar mantığıyla uyumludur. Konstrüktivist yaklaşım ise Doha’nın arabuluculuk rolünün, normlar ve kimlikler üzerinden nasıl inşa edildiğini ve saldırıyla nasıl sarsıldığını açıklar. Etik boyutta ise, başka bir devletin topraklarında yapılan askeri saldırılar uluslararası hukukun sınırlarını zorlamakta, sivil kayıplar ve egemenlik ihlali tartışmaları gündeme gelmektedir.
Stratejik açıdan kısa vadede ABD-Katar savunma ilişkilerinin güçlenmesi beklenmektedir. Orta vadede Katar’ın arabuluculuk kapasitesi erozyona uğrayabilir ve tarafsızlık algısı zedelenebilir. Uzun vadede ise bölgedeki bu gelişmeler, aktörlerin yeni güvenlik ittifaklarına yönelmesine ve ABD’nin nüfuzunun sınanmasına yol açabilir. Bu tablo, diplomasinin şeffaf mekanizmalarla yürütülmesi, insani yardımların askeri hesaplardan bağımsız güvence altına alınması ve kapsayıcı bir bölgesel güvenlik mimarisi kurulması gerektiğini göstermektedir. ABD’nin Katar üzerinden yürüttüğü strateji, kısa vadede Washington’a arabuluculuk ve üs avantajı sağlasa da uzun vadede Doha’nın meşruiyetini aşındırabilir ve bölgesel istikrarsızlık riskini artırabilir. Bu süreç, güç siyasetinin normatif sınırlarını zorlamaktadır. Diplomasi ile askeri gücün aynı anda işletildiği bu denklemde, yanlış bir denge kurulduğunda beklenmedik ve geniş çaplı sonuçlar ortaya çıkabilir.
Sonuç olarak, yenidünya düzeni tek kutupluluk ile çok kutupluluk arasında sancılı bir geçiş dönemi yaşamaktadır. ABD’nin Venezuela üzerindeki askeri baskısı, kısa vadede güç gösterisi olarak etkili olabilir; ancak uzun vadede bu politika, meşruiyet krizine ve bölgesel istikrarsızlığa yol açma potansiyeli taşımaktadır. Çin’in Global South vizyonu, Rusya’nın Greater Eurasia stratejisi ve İsrail’in pragmatik diplomasisi, küresel düzenin artık tek merkezli olamayacağını göstermektedir. Bu noktada asıl mesele, uluslararası sistemin hangi değerler etrafında şekilleneceğidir. Eğer güç, yalnızca çıplak askeri kapasiteye dayalı olarak kullanılacaksa, dünya kaotik bir rekabet düzenine sürüklenebilir. Ancak eğer çok kutupluluk, aynı zamanda çoğulcu bir meşruiyet anlayışıyla desteklenirse, daha adil ve dengeli bir düzen inşa edilebilir.
Yenidünya düzeninde asıl sınav, yalnızca devletlerin askeri veya ekonomik gücüyle değil, aynı zamanda uluslararası toplumun hangi etik ve felsefi ilkeleri benimsediğiyle belirlenecektir. Dolayısıyla Venezuela krizi, yalnızca bölgesel bir güvenlik meselesi değil; aynı zamanda insanlığın hangi değerler üzerine yeni bir düzen inşa edeceğini sorgulatan bir laboratuvar niteliğindedir. VESSELAM…
Dr. Murat ONARAN
05.09.2025 Kaynakça
AP News (2025). U.S. strikes Venezuelan-linked vessel in Caribbean.
Reuters (2025). Russia pushes Greater Eurasia vision amid global tensions.
The Guardian (2025). China promotes Global South leadership at BRICS summit.
Al Jazeera (2025). Maduro calls for armed resistance against U.S. aggression.
BBC News (2025). Israel balances relations between Washington and Moscow.