İçimizdeki Peygamber!
İçimizdeki Peygamber!İnsanlığın yeryüzündeki serüveni ve genel tarihi bir yana; İbrahim öncesi Hz. Âdem, Şit, İdris, Nuh, Hud, Salih peygamberler hakkında çok az şey biliyoruz.
Hz. İbrahim sonrasına gelince; (yaygın tarihi bilgiler çerçevesinde) İbrahim’in oğlu İshak’la birlikte tüm elçilerin ta Hz. İsa’ya kadar (İsa da dâhil) yaklaşık iki bin yıl boyunca aynı aileden ve belirli bir coğrafyaya (Ortadoğu) gönderildiğini öğreniyoruz.
Buddha (Buda), Sokrates, Konfüçyüs gibi kimi ahlâk öğütçülerinin (genel anlayışa göre) peygamber olmadıkları kabul edilirse, bu demektir ki dünya coğrafyasının kahir ekseriyeti ilahi mesaja aracılık eden bir insan elçiyle hiç tanışmadı. Mesela koca Batı dünyasının içinden çıkan bir peygamber bilmiyoruz!
Nereye mi varmak istiyorum? Bugünkü teknolojik imkânlarla dileyen herkesin istediği bilgiye ulaşma şansı olduğunu varsaysak bile; cep telefonu ve internet de dâhil olmak üzere küresel iletişim/komünikasyon araçlarının kullanım tarihi hepi topu ortalama 50 yıl öncesine dayanır. Bu demektir ki daha öncesinde insanların iletişimi genel anlamda mahalli/bölgesel biz özellik taşır.
O halde;
1- Eğer Allah’ı tanımak yalnızca onun gönderdiği elçi ve sözlü vahiyle mümkünse, binlerce yıl kendilerine peygamber gönderilen coğrafyanın dışında yaşayanların günahı ne?
2- Ya da bu kadar süre zarfında vahye muhatap olmayan toplumlar eğer mesul tutulmayacaklarsa (mezheplerdeki tartışmalar bir yana), BİLMEMEK ödüllendirilmiş olmuyor mu?
3- Yok eğer sorumlu tutulacaklarsa, Allah’ın bilgilendirmediği konularda hesaba çekmesi Yaratıcı açısından adaletsizlik olmaz mı?
4- Diğer taraftan; elçilerin sonuncusu kabul ettiğimiz Hz. Muhammed ve onun tebliği ettiği öğretiden haberi olan veya inananların oranı ise dünya nüfusunun yaklaşık sadece % 23’üne tekabül eder ki bu oranı oluşturan Müslümanların da ne kadarının Kuran’a vakıf oldukları tartışma bile götürmez! Ancak biz bunların tamamını dini hakikat üzere kabul etsek bile, bu durumda geriye kalan % 77’lik çoğunluğun Tanrısal hidayetin dışında olduğunu kabul etmek, Allah’ın ontolojik kuşatıcılığını da göz önüne aldığımızda gerçekçi bir yaklaşım olur mu?
İsterseniz ben cevabımı hemen söyleyeyim: Çok taraftar bulamasam da benim kanaatim odur ki Allah; kendi varlığını ve gezegeni kendisine emanet ettiği insanoğlunun sorumluluklarını bilmesini kocaman dünyanın belirli bir coğrafyasına belirli zaman dilimlerinde gönderdiği elçilerle sınırlı tutmayacak kadar işini sağlam/hakîm yapan bir varlıktır.
O’nun VAHİY ÜSTÜ BİR VAHİY SİSTEMİ olmalıdır. Bu yüzdendir ki O, evrendeki zerreden küreye her bir varlığı olduğu gibi insanı da AKILLA donatmış, yani her insanı kendi peygamberiyle birlikte yaratmıştır.
Elinizdeki bir bilgisayar veya akıllı telefona bu özelliği veren ana yazılımıdır. Aksi takdirde plastik yığınından ibaret bir nesneden başka bir şey değildir. Siz ona sadece ek programlar yüklersiniz ve sürekli güncellemeleri aktif tutarak işlevini FAAL halde bulundurmuş olursunuz.
Ne var ki bu ek programları doğru kaynaktan edinmeyerek sisteme musallat edeceğiniz zararlı/istenmeyen/spam bir virüs tüm sistemi çökertebilir, en azından faaliyetini yavaşlatabilir. İşte insan dediğimiz varlığa ontolojik konumunu veren şey onun yaratılıştan sahip olduğu Tanrısal yazılımıdır ki bu yazılımın şifresi veya ana kartı AKILDIR. Yazılımın sahibi tarafından güncellemeleri almak üzere sürekli aktif halde tutulan işlevsel akıl, genelde tüm varlıklara, özelde ise insana kodlanmış en etkin AYET ve VAHİYDİR. Aynı zamanda da evrenin mutlak sahibi Allah’ın her daim insana nüzulüdür.
İşte bu anlamda nasıl ki her bir varlık var oluşsal anlamda kendi görev bilincine sahip olarak evrende yerini alıyorsa, her bir insan da kendi HİDAYET REHBERİYLE, YANİ PEYGAMBERİYLE BİRLİKTE dünyaya gelir.
Eğer insanlık, içindeki bu peygambere rağmen doğru düşünce ve eylemler ortaya koyamıyorsa bunun nedeni aklımıza ve irademize musallat olan yanlış bilgi/spam ve virüslerdir. Virüsleri temizlemenin yolu zihin dünyamızı sürekli canlı tutmak ama gereken durumlarda formatlamaktır.
Peki, bizim insan peygamberler kimlerdir ya da bu tanımlamadaki konumları nedir?
İşte tarihte Allah’ın elçileri dediğimiz şahsiyetler, fıtratlarını/yazılımlarını virüslere karşı koruyarak Yaratıcıyla ilişkilerini en üst düzeyde tutabilmeyi başarmış ahlâk ve erdem öğütçüleridir. Kutsal kitaplar ise bu sürecin görünür hale gelmesidir!
Ne var ki insan dışında hiçbir varlık var oluşsal görevini yapmak için elinde yazılı bir kılavuz taşıma gereği duymaz. Demem odur ki her nerede olursa olsun hiçbir insan Tanrı’nın ve onun vahyinin kapsam alanı dışında değildir. Çok geç olmadan içinizdeki peygambere kulak verin lütfen...
Peki, bunları yazmamdaki veya düşünmemdeki amaç elçileri veya vahyi gereksiz görüp reddetmek mi? Tabi ki hayır! Tam aksine benim derdim, dünyanın neresinde olursa olsun her bir insanı Yaratıcısıyla buluşturmak ve hiçbir insanın “bilmiyorduk” bahanesiyle insanca yaşayabilme sorumluluğundan kurtulamayacağını hatırlatmak!
Eğer insanlık akıl yetisiyle birlikte verilen iradesini kullanamayarak varlık amacına muhalefet edip yeryüzünü cehenneme çeviriyorsa bunun anlamı, dünya hayatında sadece bizi yaratan Allah’a değil, onun içimizde var ettiği peygambere de ihanet içindeyiz!