Hadi Gel Köyümüze Geri Dönelim

Adem DOĞANTEMUR

Hadi Gel Köyümüze Geri Dönelim
Elbette ki bilgiye ulaşma ve teknolojiyi kullanma noktasında yeni nesil ile kıdemli kuşağı mukayese etmek bile abesle iştigal olur. Aslında bu kuşak farkı sadece bilgi boyutunda olsa bunu olumlu bir durum olarak da görebiliriz. Ancak ilgilerimizden tutun zevk anlayışımıza kadar topyekûn bir kültürel dönüşümü nasıl yorumlamamız gerektiği elbette düşünülmeye değerdir.

Mesela; şehir hayatına oldukça uzak, etrafı yüksek dağlarla örülü izbe bir köyde geçti çocukluğum. Zordur böylesi bir dağ başında yaşama tutunmak. Köy hayatının şartları gereği boyunuzdan büyük işler yapmak zorunda kalırsınız hep. Henüz lise hayatımdayken bile yaz tatillerinde yer altı maden ocaklarında çalıştığıma bugün bile hayret ediyorum!

O yıllarda teknoloji adına tüm bilgimiz, babamın ajans dinlemek üzere başından ayrılmadığı kocaman “Masgot” radyodan ibaretti. Televizyon denilen âletin varlığından bile yıllar sonra haberdar oldum!

Gaz lambasıyla aydınlanıp, ocaklığa doldurduğumuz odun yığınlarıyla ısındığımızdan tüm dünyayı bizim köy gibi sanıyordum. Kim bilir belki de bütün dünyayı bizim köyden ibaret zannediyordum!

O yaşlarda bizim için en büyük mutluluk, otlatmak üzere dağarla götürdüğümüz davarları, koyunları akşam olduğunda tastamam eve getirebilmek, gün boyu annemin azık olarak hazırlayıp küçük bir sofra bezi içerisinde belimize sarmaladığı bir haşlanmış yumurtayla beyaz peyniri pınarların şırıl şırıl nağmeleri eşliğinde sokum/dürüm yaparak yiyip ardından türküler mırıldanmaktı!

Kuş uçmaz kervan geçmez köyümüzün birleştirilmiş sınıfında eğitim görürken, arkadaşlarımla seksek ya da çelik-çomak oynamak için yaklaşık yarım saatlik dersin ardından çıkacağımız iki saatlik teneffüsü dört gözle beklemenin sevincini tarif edemem bile!

Bize alınan küçücük bir hediye veya yiyecek bile sevinç naraları atabilmemiz için yeterliydi. Meselâ eskiyen ayakkabılarımın yerine babamın aldığı bir çift kara lastik ayakkabıyı kirlenir korkusuyla en az bir hafta yatarken dahi yanıma alıp uyuduğumu dün gibi hatırlıyorum!

Hiç hazır oyuncağım olmadı. Eğer hayvan gütmekten vakit kalırsa oyuncağımızı bile kendimiz yapardık. Çam ağacı kabuğundan araba, ya da armut ağacından topaç! Telefon, tablet, bilgisayar, laptop vs. kavramlara hiç aşina değildik. Bunlara sahip olmak bir yana, hayalini bile kuramayacağımız şeylerdi. Bırakın kat kat elbiseleri yedek bir Adana şalvarımız bile olmadı yıllarca. Kısacası hiçbir şeyimiz yokken bile mutluluğun resmini dağlara taşlara kazıdığımız yıllardı!

Şehir hayatıyla ortaokul-liseyi okumak üzere köyümden ayrıldığımda tanıştım. Sinema kültüründen de bu yıllarda haberdar oldum. İlk izlediğim film Ferdi Tayfur ile Necla Nazır’ın “Çeşme”siydi ki filmin kahramanlarının acı sonuna günlerce ağladığımı hiç unutmam! Yıllar sonra bu olayı öğrencilerime anlattığımda ise bana gülmelerini unutamıyorum.
 
O dönemde bizim “trajedi” olarak izleyip ağladığımız filmleri bugünkü gençliğin “komedi” niyetiyle izleyip gülmeleri iki nesil arasındaki değişimin belki basit ama ilginç bir tezahürüdür. Allahtan ki aynı dönemlerde kahramanlık filmlerini izlerken de âdeta cihada gidiyormuş gibi “Allah! Allah!” nidaları attığımı anlatmıyorum onlara. Zira bizim salonları alkış sesleriyle doldururcasına büyük bir coşkuyla izlediğimiz Cüneyt Arkın’ın kahramanlık, Kartal Tibet’in Tarkan filmleri, günümüz gençleri için fazla bir heyecan içermemektedir. Tıpkı benim Recep İvedik filmlerine gülmekte zorlandığım gibi!

İyi niyetle bakıldığında bu dönüşümü köylü toplumdan kentli topluma geçişin ve sosyal değişimin tabii bir sonucu olarak kabul etmek mümkündür. Ya da kim bilir, biraz komplocu bir yaklaşımla olaya baktığımızda ise; toplumsal manipülasyonun her alanda kendini hissettirdiği bir çağda, muhtemeldir ki neye ağlayıp nelere güleceğimiz konusundaki algılarımızı bile başkaları oluşturuyor olabilir.

Belki bundan dolayıdır ki kendi kültür kodlarımızın temel ilkeleri bugünkü nesil için çok da anlam ifade etmeyebiliyor! Mesela dedelerimiz, babalarımız kendi nikâhlı eşleriyle bile el ele sokakta dolaşmayı ayıp kabul ederken, günümüz gençliğinin halka açık alanlarda sevgilileriyle sarmaş dolaş olmaları kolay izah edilebilir sosyal değişimler olmasa gerekir!

Velhasıl yeni nesil bizim kuşakla kıyaslandığında elbette çok fazla yokluk ve sıkıntı çekmedi, teknolojinin içine doğdular, sahip olmak istedikleri şeylerin en azından birçoğuna hatta fazlasına bile sahipler. Ama tüm bunlara rağmen “hangimiz daha şanslıyız?” derseniz, kesinlikle bizim daha şanslı olduğumuzu düşünüyorum. Neden mi?

- Çünkü onlar; beyaz yaka siyah önlük içinde minicik bedenleriyle dağ yollarında kilometrelerce yürüyerek okula gidildiğini hiç bilmeyecekler!

- Çünkü onlar; armut ağacından topaç, çam kabuğundan araba yapmanın ne olduğunu hiç anlamayacaklar!

- Çünkü onlar; çelik çomak, mallik, sek sek, mendil kapmaca, körebe vs. oyunlarının nasıl oynandığını bile bilmeyecekler!

- Çünkü onlar; “büyüklerin ellerinden küçüklerin gözlerinden” diye başlayan mektuplar yazıp beyaz zarfa pul yapıştırmanın ne olduğunu hiç anlamayacaklar!

Çünkü onlar; gaz lambasında aydınlanıp, ocaklıkta tutuşturulmuş odun alevlerinde ısınamayacaklar!

- Çünkü onlar; dağ başlarında keçi-koyun otlatırken pınarlara eğilip ya da oluk altında avuçlarıyla kana kana su içmenin lezzetini bilmeyecekler!

Çünkü onlar; bize alınan bir çift kara lastik ayakkabıyla bile mutlu olunup sevinç naraları atılabileceği duygusunu hiç yaşamayacaklar!

- Çünkü onlar; bırakın anne babaya, büyüklere, öğretmenlere saygısızlık yapmayı; eve gelen herhangi bir misafirin eline bir elimizde ibrikle su dökerken diğer elimizde havluyla beklediğimize hiç inanmayacaklar!